29 Eylül 2013

ORGANİK KÖY YUMURTASI

Belediye otobüsünün durakta duracağı noktayı %98 isabetle tahmin ettiğim gün profesyonel bir kentli olduğumu anladım. Tam bir kentliye yaraşır şekilde öncelikle toplu ulaşım araçlarını kullanmayı tercih ediyordum. Durakta beklerken de otobüs karşıdan göründüğünde, otobüsün t anındaki hızı, yavaşlama ivmesi, duraktaki bekleyen sayısı ve trafik yoğunluğunu tek potada eritecek muhteşem bir analiz yapıyor ve tak diye otobüsün ön kapısının denk geleceği yeri belirleyip orada mevzileniyordum. Otobüste de melankolik bir roman karakteri rolüne bürünüyor ve sıradan insanları gözlemleyerek tespitlerde bulunuyordum. Mesela kimi teyzeleri ineceği durağa yaklaştıkça bir telaş kaplıyor, bir an önce kapıya ulaşmak için kapı önündeki kalabalığa, defansın arasına dalan Messi gibi dalıyor ve kapıya ulaşıncaya kadar kendinden beklenmeyen bir performans sergiliyordu. Genç erkekler otobüsteki güzel kızları, güzel kızlar da boşalması muhtemel koltukları kesiyordu. Ön taraflar sıkışıkken, arka taraflar yer yer boşluk içeriyor ve bu homojen olmayan yolcu dağılımı otobüse binemeyip durakta kalanlar tarafından esefle karşılanıyordu. Otobüs şoförü ise tüm bunlardan habersiz, herkesin ilk durakta binip son durakta indiği, sol şeritten yaldır yaldır gidilen ütopik bir seferin hayalini kurmaktaydı. Şu küçücük otobüsü sanki yolcular değil de, hayaller, ihtiraslar, ufak hesaplar ve büyük dramlar doldurmuştu. Saat akşamın yedisiydi ve ben yine kalabalık içindeki yalnız ve tırt adam edasıyla saçma saçma tespitler yapıyordum ama bu toplu taşıma işini tamamen çözmüştüm.

Çalıştığım yerde de tam bir kentli gibiydim. Her modern insan gibi 15 gün tatil yapmak için 350 gün çalışıyordum. Yılda bir kere koparabildiğim Cuma iznini haftasonuyla birleştirip adına “long weekend” diyor, bu 3 günlük tatili 3 ay boyunca anlatıyordum. Yanımdaki arkadaşım benden 10 lira fazla kazansa gama kedere bürünüyor, müdür içeri gelince interneti kapatıp Excel’i açıyordum. Geleceğe yönelik hedefim yöneticilik kademelerine ulaşıp daha pahalı otellerde tatil yapmak ve lüks sitelere taşınmaktı. Her ihtimale karşın iş bulma sitelerindeki CV’m aktif durumdaydı ve gelecek tekliflere açıktım. Her modern insan gibi patronu görünce, bekçi düdüğü duymuş hırsız gibi tedirgin oluyor, ters bir şey söyleyecek diye ömrümden ömür eksiltiyordum.
Alışveriş yaparken alacağım şeyin ambalajını iyice inceliyor, son kullanma tarihiydi, kalori miktarıydı, katkı maddesiydi teker teker okuyor ve ancak ondan sonra satın alabiliyordum. Organik yiyip, sağlıklı besleneyim diye yamuk yumuk patateslere parayı basıyor, tuzdan ve şekerden ölesiye kaçıyordum. Ancak her nasıl oluyorsa dönem dönem kilo alıyor, bu sefer de en fazla 1 hafta gidebildiğim spor salonlarına 6 aylık üyelik paraları bayılıyordum. Ancak fit bir vücuda sahip olabilmek için bunları yapmak şarttı. Yoksa kadınları etkilemek çok zor olurdu.

Peki her şey bu kadar yolundayken beni huzursuz eden şey neydi? Tabii ki de bir türlü yoluna koyamadığım ilişkim. Henüz 6 aydır beraber olmamıza rağmen beş yıl yetecek kadar kavga etmiştik. Aramızdaki farklılık kadın ve erkek olmanın doğal farklılığın da ötesinde sanki ayrı birer canlı türü gibiydik. O bir ebabil kuşu bense buzul çağında dünyaya çarpan bir göktaşından gelen bakteri gibiydim. Birbirimizle hiç alakamız yoktu. En son kavgamızı, ilişkimizin 25. zafer haftasını unutmam nedeniyle yaptık. O benim nasıl böyle bir duygusuzluk yapabildiğimi, içinde büyümemiş bir çocuk taşıyan hassas ruhlu bu kadını nasıl üzebildiğimi söylediğinde karşılık olarak “Yav içindeki çocuk bile evlendi, ev bark sahibi oldu, 35 yaşına geldin olgunlaş artık” deyince ipler tamamen koptu. Kadın ruhundan anlamayan öküz damgamı da yiyip eve gittim. Ya bende bir sorun vardı ya da arkadaşlarımın sık sık dile getirdiği gibi, en iyisi köyden bir kız bulup evlenmekti. Kafa rahat mis gibi geçinip giderdik. Hatta bir de köye yerleşirsem tam olurdu. Organik beslenmeyse kralı zaten orda, icap ederse sütü direk ineğin memesinden bile içebilirdim. Kariyer denen şey de kapitalizmin insanları köleliğe razı edebilmek için uydurduğu bir masal değil miydi hem? Ayrıca istesem köy muhtarlığına doğru uzanan bir kariyer yapma fırsatım da yok değildi. Zaten etrafımdaki herkesin emekliliğinde bir Ege köyüne yerleşme hayalleri vardı.  Böyle bir şey için neden emekliliği beklemek gerekirdi ki? Bütün akşam kendime bu soruları sorup durdum. Kendi kendime bunca soru sorduktan sonra gaza gelmem imkânsızdı. Gazın etkisi geçmeden hemen harekete geçmeliydim. O gün sabahı zor ettim.

 Hem köye yerleşerek hayatımı kurtaracak, hem de işyerindeki kıl kaptığım tiplerden intikam alacak bir fırsat yaratmıştım kendime. İşe yarım saat geç geldim. Gözlerimin içine bakıp “Hayırdır, gece beşik mi salladın?” diye soran şefe “Senin yapacağın espirinin son kullanma tarihini geçireyim emi, insanlık hali ulan geç kaldık işte” diye cevap verdim ve poğaçamı yemeye başladım. Sanırım şirket tarihinde ilk kez birisi ofiste kahvaltı yapma cesaretini göstermişti. Bütün gözler benim üzerimdeydi. Hiçbiri konuşmuyordu ama altyazılarını okuyabiliyordum. Lanet olsun dostum, delirmiş olmalı bu diyorlardı. Ama neden İngilizce’ye dublaj yapar gibi konuştuklarını anlamadım. Gerçekten delirmiş olacağımı düşünmüş olmalılar ki hiç bulaşmadılar. Bir süre sonra müdür geldi ve sinirli bir şekilde dün akşam yetiştirdiğim raporlardaki ufak hataları saymaya başladı. Sakince dinleyip, “Ulan verimsiz herif, ulan zaman yönetiminden anlamayan herif, gelip bana bağıracağına iki dakika uğraşıp düzelteydin ya, eline mi yapışırdı?” dedim. Şok olmuş, sararmıştı. Bir süre kıpırdamadan öylece bekledi. “Noldu yavrum? Kırkağaç’taki kavun heykeli gibi kala kaldın öyle” diye devam ettim. Dişlerinin arasından fısıldayarak “Çabuk insan kaynakları departmanına git, çıkışını yapsınlar” dedi. Hiç altta kalmadım ,“Ne insanı, ne kaynağı? Bir tane insan evladı var mı ki bu şirkette kaynağı olsun gebeş?” diye kükredim. Artık öyle bir noktaya gelmiştim ki gazın etkisi geçse de sorun olmazdı çünkü ipleri tamamen koparmıştım. Hatta ipinden kurtulmuş kurbanlık danaya dönmüştüm. Kimse beni zaptedemiyordu. Ağız tadıyla bi poğaça yedirmediniz deyip, kalan poğaçayı ısıra ısıra ofisten çıktım.

Üzerimden büyük bir yük kalkmış, kuş gibi hafiflemiştim. Ayaklarım tekrar yere basmaya başlayınca oturup adam akıllı bi hesap yaptım ve acı gerçekle karşılaştım. Bütün malvarlığımı ortaya döksem bile Ege kıyılarında bir köy evi alamıyordum. Zaten evlerin yarısını pansiyona çevirmişlerdi, kalanlar da çok pahalıydı. Eşşek kadar adam olmama rağmen, kazandığım tüm parayı kılık, kıyafet, parfüm, ıvır ve zıvıra harcadığım için pek bir şey biriktirememiştim. Eldeki para ancak Afyon kırsalında bir köy evi almama yetiyordu. Sonuçta orası da Ege Bölgesi’nin içinde kalıyor deyip gözümü kararttım. Ertesi hafta eşyaları yüklediğim kamyonun içinde Afyon’a doğru yol almaya başladım. Gece eşyaları toparlamış, sabah kamyona yüklemiştim, haliyle çok yorgundum. Geceden devreden uykuyu kamyonda tamamladım.

Yerel bir radyonun reklam kuşağıyla uyandığımda neredeyse akşam olmak üzereydi. Radyodaki reklamın senaryosunun, reklamı veren esnafın liseye giden oğlunun elinden çıktığı ve yine bizzat esnafın kontrolünden geçtiği çok barizdi:

-Hey Nurten! Hayırdır nereye koşuyorsun böyle?
-Nereye olacak Cengiz, tabii ki de Hasgül Mobilya’ya. Yoksa sen Hasgül Mobilya’daki büyük kampanyayı duymadın mı?
-Yoo duymadım.
-Duy Cengiz duy. Şimdi Hasgül Mobilya’da tüm koltuk takımları %50 indirimli, üstelik cazip ödeme fırsatları da cabası. Hasgül Mobilya Sandıklı’da, belediye binasının hemen karşısında. Telefon 415 78 78, 415 78 78.
-Haklısın Nurten, bu fırsat kaçmaz. Haydi beraber koşalım öyleyse.

Taşrayı yavaş yavaş hissetmeye başlamıştım ama yerleşeceğim köyde yeni bir hayat tarzı üretecek ve şehirdeki hayatımı unutacaktım.
Yerleştiğim köyü yalnızca köy derneğinin sitesindeki fotoğraflardan görüp seçmiştim. Aldığım evin eski sahipleri de tam aksine şehre göç eden bir aileydi ve benim buraya yerleşmeme oldukça şaşırmışlardı. Kesin kendi aralarında benim kafayı yemiş bir meczup olduğumdan bile bahsetmişlerdir. Ama gittikleri yerde salatalık diye hormonlu lastiği dişlemeye çalışınca anlayacaklar kimin meczup olduğunu.

İlk günlerim köyü gezerek geçti. Köy pek fotoğraflardaki gibi değildi, hatta bir tane tekel bayi bile vardı.  Ancak votka almak istediğimde çok pis terslendim. “İçki satmıyoz sadece cığara var” uyarısı benim şu an orta Anadolu’da bir yerlerde olduğumu hatırlattı. Sigara içmediğim için dükkandan çıkarken dükkanın tam karşısındaki evin penceresinde güzel bir kız dikkatimi çekti ama ufak bir bakış atmaktan öteye gidemedim. Zira zaten yabancı sıfatının üzerimde olduğu bu ilk günlerde, köy halkı için hala tehlike arz eden bir adam olduğumdan, kıza verdiğim masum bir selam bile köyün gençleri tarafından tarihi bir dayak yememe neden olabilirdi.  Sonuçta köyün namusu her şeyin önündeydi. Köyde hala yabancı gibi dolaşmamın nedeni ise köylülerle doğrudan organik tarım muhabbetine girmemdi. “Biz organik yemeyoz yiğenim, sucuk var kaymak var onları yeyoz, burası Afyon” demişlerdi. Israrlarım hiçbir şekilde sonuç vermeyince bir süre eve kapandım. Köyün sessizliğinin içinde kaybolup kendimi kitaplara vermek de iyi bir fikirdi. Ancak köyün gençleri gündüz motosikletle köy yolunda hız rekorları kırıyor, akşam evlenip düğün yapıyor, geceye doğru da silah sıkarak bu mutlu günü kutluyorlardı. Köyün gençlerinin bitmek bilmeyen bir ergenlik dönemi vardı ve bu dönem çok gürültülü geçiyordu. Hem hayal ettiğim hiçbir şeyi yapamıyordum hem de tekel bayinin karşısındaki evde oturan kıza olan ilgim gün be gün artıyordu. Sırf onu görürüm diye sigara alma bahanesiyle tekel bayiye gide gele sigaraya başladım. Sağlıklı yaşam hayalleri kurarken geldiğim bu nokta oldukça trajikti. Köyde kimseyle muhabbet kuramıyordum. Ara sıra kahveye geldiğimde birden muhabbet kesiliyor ve bütün gözler kısa bir süre bana bakıyordu. Maça papazı ve okey taşı görmekten yorgun düşmüş bu gözler için benim kahveye gelişlerim bir molaydı ama kimse benimle konuşmuyordu. Benle ilgili tüm konuşmaların benim arkamdan yapıldığından şüpheleniyordum. Belki de benim için karı gibi adam bile diyorlardı. Hepsi neyse de eğer bunu diyorlarsa hiç şansım yoktu çünkü o kıza karşı saplantılı bir aşk hissetmeye başlamıştım. Melankoli ile paranoya arasında gidip gelen bu ruh hali beni iyice bitirmişti.

O akşam yine bir düğün vardı. Bir kordona dizilmiş 60’lık ampüllerin aydınlattığı köy meydanından yükselen davul zurna seslerine zaman zaman silah sesleri karışıyordu yine. En azından bir düğün izlerim diye ben de meydana gittim. Halay çekmeyi zaten bilmiyordum, gidip bir sandalyeye oturdum. Meydan erkeklerle ve yaşlı ninelerle doluydu. Köyün diğer kadınları sanırım ayrı bir yerde gelini ağlatmakla meşguldü. Derken gelin çıka geldi. Kalabalığın arasından belli belirsiz yüzünü gördüğümde aklım fikrim uçtu gitti. Eğer o an ayakta olsaydım muhtemelen boş çuval gibi olduğum yere yığılırdım. Meğer onca şatafat sevdiğimi ellere gelin etmek içinmiş. Gözlerim sabit bir noktaya boş boş bakarken birden biri kolumdan çekip zorla halaya sokmaya çalıştı. Abicim ben bilmiyorum halayı yapmayın etmeyin desem de zorla bir yarım tur dönüp çıktım. Eve dönünce köydeki tek anlamlı faaliyetimi gerçekleştirdim ve bir türkü yazdım. Biliyorum sevdiceğim sen bu türküyü benim yazdığımı bilmeyeceksin bile, ama ben senin için anonim kalmaya razıyım. Yeter ki sen mutlu ol.

Evlerinin önü tekel bayi
Tekel bayi satar malborayı
Sevdiceğim ellere gelin etmişler
Sanırım ufaktan sıyırıyorum kafayı

Düğününe beni çağır sevgilim
İstersen halaybaşın olurum senin
Bu enerjik kim diye soran olursa
Erkek tarafındandır dersin sevgilim

Şu an tekrar şehre dönme planları yapıyorum ama önce tarım ve hayvancılıkla uğraşıp biraz birikim yapmam gerekiyor. Galiba buraya hiç gelmemem gerekiyordu. Ben ettim siz etmeyin.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder