28 Ekim 2013

Eurovision İncelemeleri - Seninle Bir Dakika


Eurovision şarkı yarışmasına ilk katılımımız Semiha Yankı'nın Seninle Bir Dakika adlı şarkısıyla olmuştur. Ancak TRT'nin bürokratik karmaşasından ötürü son ana kadar tekstil fuarına katılacağını zanneden Semiha Yankı, gerçeği öğrenmesine rağmen kıyafetini değiştirememiş ve koskoca yarışmaya basma fistanla katılmak durumunda kalmıştır. Bu noktada fistana dair bazı ek bilgiler vermekte yarar var. Fistanın yapıldığı basma, Kemeraltı'ndaki köhne bir pasajın bodrum katındaki bir manifaturacısından alınmıştır ve farklı renklerdeki kumaşların elde kalan son örnekleri kullanılmıştır. Dolayısı ile aynı kıyafetten bir tane daha dikmek bugün bile imkansızdır. Ayrıca daha sonra yapılan incelemelerde, dünya üzerinde görülebilecek tüm renklerin fistanda yer aldığı, hatta bizzat bazı renklerin yalnızca fistana özgü olduğu ortaya çıkmıştır. Konuyla ilgili açıklama yapan TRT yetkilileri eğer bu durum daha önceden bilinip reklamı yapılsaydı, bu sayede oy veren jürilerin kararının değişebileceğini ve bu elim sonucun alınmayacağını söylemiş ve maddi imkansızlıklardan yakınmışlardır. Zira binbir umutla göndermiş olduğumuz temsilcimiz yarışmayı ancak 19. sırada tamamlayabilmiştir. Tüm bu tersliklere yarışmaya sadece 19 ülkenin katılması şanssızlığı da eklenince maalesef sonunculuk kaçınılmaz olmuştur.

Yarışmada yalnızca Monako'dan 3 puan almamıza rağmen bizden Monako'ya hiç puan gitmemiştir. Kadir kıymet bilmesiyle meşhur ülkemizin böyle bir vefasızlığı nasıl yaptığı başta vatandaşlar tarafından yadırgandıysa da daha sonra puanları veren jüri üyelerimizin 18 km2'lik bu minicik ülkeyi aslında Fransa'nın bir mezrası sandığı için es geçtiği anlaşılmıştır. Hükümetimiz bu ayıbı telafi etmek adına, toprakları genişlesin diye Monako'ya Zeytinburnu'nda 10 dönüm arazi teklif ettiyse de bu teklif prens tarafından kibar bir şekilde reddedilmiştir.

Şarkıya dair dikkat çeken diğer nokta ise şarkının sözlerinde geçen "sevmek bir ömür sürer, sevişmek bir dakika" kısmıdır. 5 dakikalık bir sevişme süresinin bile erken boşalmadan sayıldığı bir ortamda toplamda 1 dakika seviştiğini farkında olmadan itiraf eden söz yazarını biz burada tekrar ifşa etmek istemiyoruz. Ancak sanki bu 60 saniyelik süreyi milyonların gözü önünde dile getirerek "aslında normali 1 dakika abi, gerisi bildiğin eziyet" alt metniyle normalleştirmeye çalışmasını da kınamadan geçemeyeceğiz. Belki de diğer ülkelerin erkek jürileri bize puan vererek bu vebalin altına girip yanlış tanınmak istemedikleri için böyle sonuncu olduk da geldik. Olur mu olur yani. Yoksa aslına bakarsanız şarkı mis gibi şarkı, yorum zaten 10 numara. Puanların gürül gürül akması lazım ama ne geliyo, 3. 3 diye puan mı olur lan? Sanki masaya 3 çay söylüyo vicdansız jüri.

Neyse... Sonuçta ilk yarışmanın tecrübesizliği deyip geçtik ama bu işin böyle olmadığı ilerleyen yıllarda iyice açığa çıktı. Masum bir heyecanla başlayan bu macera maalesef ilerleyen yıllarda daha büyük trajedilere ve yıkımlara yol açtı. Nice koçyiğitler, nice ceylanlar bu uğurda kederlere gark oldu, özgüvenini yitirdi. Buna da serinin diğer incelemelerinde değineceğiz.

27 Ekim 2013

Bir Kendini Kabul Ettirme Arayışı - Eurovision (Önsöz)

Çocukluğuma dair hatıralardan biri, hemen her yıl katıldığımız Eurovision yarışmasının, normalde çok az popüler müzik dinlenen evimizde ilgiyle takip edilmesiydi. Avrupa ülkelerinin bir biri ardına çıkan şarkıları arasında memleketimizin şarkısı sabırla beklenir, tüm şarkılar bittikten sonra asıl heyecanlı kısım olan oylama başlar, Türkiye'ye puan vermemekte ısrar eden ülkelere yönelik politik sövgülerin eşliğinde hüzünlü ve sinirli bir ruh haliyle gece sonlanırdı. Her seferinde "Keşke şu saate kadar oturacağımıza gidip uyusaydık" dememize rağmen, içimizdeki minnacık umut bu oylamayı her sene izlememize neden oldu.

Batıya imrendiği halde iliklerine kadar doğu kültürüyle yaşayan memleketimiz, Eurovision'da Sertap Erener'le birinci oluncaya kadar çok çileler çekti. Bu süreçte olimpiyat oyunlarında aldığımız başarısızlıklar zaten direncimizi kırmaktaydı. İşin içinde kavga döğüş olması nedeniyle biraz olsun madalya umudumuzun olduğu boks maçları, Orhan Ayhan'ın "Necip'in bu yumrukları almaması lazım" ve "İspanyol hakemler bir puanımızı daha yedi" nidaları arasında geçip giderken, yine başka bir spora çevrilmiş kavga metodu olan güreşte de benzer serzenişler sergiliyorduk. Aslında kamyonla adam toplayıp ortalığın anasını ağlatmamıza izin verseler madalyaları süpürmemiz çok kolaydı ancak olimpik ortamın bizi kısıtlayan bazı kuralları vardı. Eğer ağır yük kaldırmaya dayalı hammaliye sporu olan halterde çıkardığımız Naim ve Halil'in efsanevi başarıları olmasaydı, geriye kalan bir avuç madalyayla yetinmek zorunda kalacaktık. Diğer yandan Avrupa takımlarıyla yapılan futbol maçlarında gırtlağını patlatasıya kadar "Avrupağğ Avrupağğ duy sesimiziiğğii" diye bağıran mazlum halkımızın feryatları, kıymet bilmez Avrupalılar'ın dilimizi öğrenmeme küstahlığı yüzünden, yörüngeden çıkıp uzaya karışan uydular gibi boşlukta kaybolurken, aynı anda Eurovision'da yarışan şarkılarımızın da yıllarca 3-5 puanla heder olması, zaten 10 yılda bir askeri darbeye maruz kalan ülkemizin toparlanmasını engelleyen küçük ama etkili darbeler almasına neden oluyordu.

Özellikle televoting sistemiyle oylama yapılmaya başlandıktan sonra gurbetçilerimizin milli bir görev bilinciyle, kontörüne kıyarcasına oy kullanması ve 12 puan garantili kardeş memleket Azerbaycan'ın da yarışmaya katılması sonucu kemikleşmiş bir puan seviyesine ulaştığımız için eskiden olduğu gibi son sıralarda sürünmüyoruz. Ancak bir dönem gündemimizi haftalarca meşgul etmiş bu organizasyondaki performansımızdan 5-6 şarkıyı inceleyerek hissiyatımızla ilgili bazı tespitler yapmaya ve sizi de bu konu üzerinde düşündürmeye çalışacağım. 


18 Ekim 2013

DÖNÜŞÜM (KAFKA GİBİ DEĞİL GİBİ)

I. Bölüm – Senden Nefret Ediyorum

İşe aynı servisle gider gelirdik. O ilk binenlerden olduğu için servisin en güzel koltuğunu kapardı. Bilenler bilir, servislerin en güzel üç koltuğu, sırasıyla şoförün hemen arkasındaki pencere kenarı koltuk, şoförün yanındaki ikili koltuk ve en arkadaki pencere kenarıdır. Şoför mahallinde genellikle, şoförle sohbet etmeyi seven erkekler otururken, en arka koltuğu, kulağında kulaklıkla uyuyakalmış, nispeten asosyal tipler tercih eder. Şoför arkası ise birçok özelliği ile aralarından sıyrılır. Çünkü hem cam kenarıdır, hem daha güvenlidir, hem de kapıya yakın olduğu için inip binmesi daha kolaydır. Dolayısı ile burayı servise ilk binen kapar. Servise her binen de kalan koltuklardan en güzelini seçerek oturduğu için zamanla herkesin yeri belli olur ve bu durum kabullenilir. İşte bu en güzel koltuğa da hep o otururdu; satış temsilcilerimizden Nihal yani. Ancak ben bu durumu kabullenemeyenlerdendim. Hadi sabah giderken neyse de akşam dönüşte neden aynı kural geçerliydi? Bu durum beni inceden sinirlendirirdi. Bir keresinde ofisten 5 dakika erken çıktım ve Nihal gelmeden o koltuğu kaptım. Çünkü sabahları servise en son binenlerden olduğum için bırakın güzel bir yeri, bazen oturacak bir koltuk dahi bulamaz, ayakta giderdim. İkimizin de işe girerken yol-yemek-sigorta diye başlamıştık. Ona verilen yol sözü başka mıydı, o servisin gold üyesi miydi sanki? O koltukta en az onun kadar hakkım vardı. Ben böyle çeşitli argümanlarla kendi kendimi haklı çıkarırken Nihal servise bindi ve doğrudan “Kalkar mısınız orası benim yerim” dedi. Neden kalkayım canım burası size mi tahsis edildi diye sormama kalmadı, Nihal’in içinden sinirli bir Seda Sayan çıktı. Kızı benimle, ödeme yapmayan müşterilerle konuştuğu gibi konuşuyor hatta yer yer fırça kayıyordu. Koltuğunu kaptığım için beni icraya vermesi an meselesiydi. Baş edemeyeceğimi anlayınca lanet olsun deyip kalktım. Yol boyunca da söylenip kızı uyuz ettim.
Gerilimli halimiz her sabah devam etti. Her fırsatta haksız yere o koltuğu işgal ettiği duygusunu hissettirmeye çalışıyor, vicdan azabı çekmesini istiyordum. Özel sektör, insanları bu tür ufak hesapların peşinden koşan birer hırslı koyuna çeviriyor maalesef. Geçen seferki bağırışının da yarattığı intikam duygusu içimdeyken kimse benden hiçbir şey olmamış gibi davranmamı beklememeliydi. Benim bundan sonraki tek amacım o günün rövanşını almaktı. Bir gün bir iş için ofisimize geldi. Ofisimizin kapısı günde beş yüz kere açılıp kapandığı için yalama olmuştu ve ancak çok hassas bir denge tutturulduğunda kapalı durabiliyordu. Nihal bu ayarı bilmediği için kapıyı bir türlü kapatamadı. Her denemesinde bir umutla kapıyı kapattığını sanıyor fakat kapı bir hain gibi, bir vurdumduymaz gibi yarım saniye kapalı durup sonra kendini usulca salıveriyordu. İnatçı bir kişiliğe sahip olan Nihal ise her seferinde tekrar deniyor ve yine yeniliyordu. Bir kayayı dağın zirvesine çıkarmaya çalışan, fakat her seferinde zirveden yuvarlandığı… sisifos gibiydi. Hem bu duruma son vermek hem de intikam almak için bir fırsat geçmişti elime. Yardım ediyor kisvesi altında Nihal’e talimat vermeye başladım, ben söylüyordum, o yapıyordu:
“Kolu tut, kapıyı hafif yukarı doğru zorla, yavaşça kapat, şimdi biraz sağa doğru it, bir süre böyle kal, derin nefes al, şimdi sakin ol ve kapıyı yavaşça yere bırak dostum puahahah”
Ofiste herkes benimle beraber gülüyordu, Nihal ise sadece “Aman çok komik” demekle yetinmişti. İntikamımı almış rahatlamıştım. Ancak bir sorun vardı, ofise getirdiği işte iki hafta kadar beraber çalışmak zorundaydık.

II. Bölüm - Seviyorum

Sen…
Sen zalımın gelini
Sen imansızın kızı
Kalbimi çalan
Eski nefret objem yeni hayatımın kadını
Bir yemin ettim ki dövemem
Zira o eskidendi, geçen ay olsa döverdim
Ama şimdi bunu nasıl yapabilirim
Yağların kasa dönüşmesi gibi
Nefretim aşka dönüştü
Aşk böcüğüm, sevgi kelebeğim
Bebişim

III. Bölüm – Neler Oluyor?

İşlerin iyi gitmediğine dair işaretler evlendikten sonraki ikinci ayda geldi. Daha doğrusu evlendikten iki ay sonra Nihal’in annesi geldi. Kaynanam, bizzat eşim tarafından evi derleyip toplamak üzere çağırılmıştı. Nihal mesai saatlerinin yoğunluğunu bahane ederek annesinden yardım istemiş ve o da hemen atlayıp gelmişti. Mutlu bir yuva kurmak üzere evlendiğim kadın, yuvayı annesiyle beraber kurmayı daha uygun görmüştü. Her gün mobilyaların yeri değişiyor, tencereler bir raftan diğerine taşınıyor, çekyat altları, kapı arkaları bir takım kılık kıyafet ve kutularla doluyordu. Benim bu süreçteki fonksiyonum yük kaldırıp indirmek ve dolap ittirmekten ibaretti. Arada bir “Şöyle yapsak nasıl olur?” gibi sorular sorup fikrimi alıyorlar ama en sonunda yine kendi bildiklerini okuyorlardı. Amaçları fikrimi almaktan ziyade kendi düşündüklerini onaylatmak olduğu için fark etmez de desem, başka bir şey de önersem yaranamıyordum. Bu arada tabi cinsel hayatımıza da ara vermiştik. Kaynanam öğlene doğru kalktığı için gece ikiye kadar televizyon seyrediyor ve sık sık yatak odamızın önünden geçip tuvalete giriyordu. Bunu sırf bana gıcıklık olsun diye bilerek yaptığından emindim. Tüm bu engellemelere rağmen yaptığım birkaç cesur girişim de Nihal tarafından engellenince vazgeçtim.
Evliliğimizin bundan sonrası da beklediğim gibi değildi. Akşamlarımız genellikle dizi izleyerek ve ofiste dönen dedikodular üzerine yorum yaparak geçiyordu. Sosyal hayatımız iyice azalmıştı. Hatta sosyal hayatımız daha çok Facebook profilinden oluşuyordu diyebiliriz.

IV. Bölüm – Senden Nefret Ediyorum

Servisin şoför arkası cam kenarı koltuğuna göz koyduğum o güne lanet olsun arkadaş. Hay o koltuğa oturmayaydım da torpido gözünde gideydim tek. Hayatta hiçbir amacım kalmadı. Akraba görmekten beynim yumuşadı. Elti, görümce ve kayınço içinde kaldım. Sürekli eve gelip, ofiste yorgun düşmüş bedenimi sarsıyorlar. Beni bitirince oğlanı ortalarına alıp garip garip hareketler yaptırıyorlar. Baldız sürekli gelip “İkinci çocuk ne zaman inşallah?” deyip duruyor. Oğlum bir tane yaptık işte neyinize yetmiyor? Zaten o garibim de yazık, gerizekalı gibi yetişiyor. Öz evladım gözlerimin önünde ilk turda elenecek yetenek yarışmacısına dönüşüyor ve ben bir şey yapamıyorum. Cinsel hayatımız ise çoktan canına kıydı.
Biraz sonra Nihal’in tiksindiğim arkadaşlarından birinin düğününe gideceğiz. Aslında bu arkadaşını Nihal de pek sevmez ama gitmezsek dedikodu çıkacağını söylüyor. Boşboğazın biri en fazla çeyrek altın edecek bir dedikodu yapmasın diye kalkıp ta şehrin öbür ucuna düğüne gidiyoruz ve bu Nihal’e çok da mantıksız gelmiyor.


12 Ekim 2013

SEN BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİYOR MUSUN?

Acaba dışarıdan nasıl görünüyorum, hareketlerim ve tavırlarım başkaları tarafından nasıl algılanıyor diye merak ettiğimden beri kendime rastlıyorum. Kendime başkalarının gözünden bakabilmek neredeyse bir saplantı oldu bende. Milleti de yoldan çevirip “Birader beni bir yarım saat yürürken izler misin, acaba dışarıdan nasıl görünüyorum?” diye soramayacağım için kendime tesadüf etme işi çok iyi oldu. Sokakta dolaşırken, eğlenirken, otobüste, evde, her yerde kendime rastlıyorum, ama o bunun farkında değil. Labirente koyduğu fareyi izleyen bilim adamı kadar rahatım kendimi izlerken. Önce nasıl göründüğümü merak ettiğim hareketimi düşünüyor, sonra da kendime rastlamayı bekliyorum. Kendimle deney yapıyorum desem yeridir. Deneyimin hem araştırıcısı hem de kobayıyım.
Önceleri kendime sokakta yürürken rastladım. Uzaktan görünce yürüyüşünü bir tanıdığa benzettim, görmezlikten gelip yürüyüp gidecektim, ama giydiği tişört tanıdık gelmişti. Benim üniversite yıllarından beri giydiğim on yıllık tişörtün aynısını giyiyordu. Güneşten rengi atmış, siyahından eser kalmamış bu tişörtü nerede görsem tanırdım. O benim rekor denememdi, acaba bir tişörtü en fazla kaç yıl giyebilirim diye merak ediyordum. İlk aldığımda simsiyah olan tişörtüm şu aralar koyu gri olarak hizmet vermekteydi. Piyasa değeri 10 TL civarındaydı ve aynısını şu an bir başkası giyiyordu. O da aynen benim gibi giyimden fazla anlamadığından olsa gerek, ayağına da mavi bir kot geçirmiş takılıyordu. Zaten kot ve tişört ikilisi olmasaydı erkek milletinin işi çok zordu. Yoksa birbiriyle hiçbir ilgisi olmayan şeyleri giyip maymun gibi dolaşırdık. Ben adamı böyle inceledikçe yavaştan kanım ısınmaya başladı. Yalnız değilim diye düşündüm ve çaktırmadan karşı kaldırımdan takip etmeye başladım. Vitrinlerin camlarından saçını kontrol ede ede giden, arada bir de civardan geçen kızları göz ucuyla süzen gayet normal bir tipti. Bu süzme işini olabildiğince çaktırmadan yapıp kıza mahcup olmamaya çalışıyordu.  Üç kişilik bir kız grubuna bile sadece bir saniye bakıp, kişisel değerlendirmesini yapabiliyordu. Hatta bakışları o kadar belirsizdi ki, ancak benim gibi onu izleyen birisi bu bakışların farkına varabilirdi. Acelesi varmış gibi hızlı adımlarla yürüyor ve kaldırımdaki diğer yayaları bir bir solluyordu. Sanki kaldırımın sonunda birincilik kürsüsüne çıkıp şampanyayla zaferini kutlayacaktı. Her gün üç beş tanesini gördüğüm bu adam nedense çok dikkatimi çekmişti. Bu sıradanlıkta beni çeken bir şey vardı ama neydi bu? Cevabı trafik lambasına geldiğinde buldum. Sabırsız bir şekilde yeşilin yanmasını bekleyen bu genç adam bildiğin bendim. Bunu anladığımda birden ürperdim. Ya o da beni görürse ne yaparım diye elim ayağım birbirine dolaştı. Sanki kendimi değil de hoşlandığım kızı görmüş gibiydim. O anki hareketlerim o kadar saçmaydı ki, daha fazla saçmalamamak için olduğum yerde hareketsiz kalmaya karar verdim. Yoksa şaşkınlıktan öne doğru eğilerek, başım ellerimin arasında, düşüş pozisyonu almam an meselesiydi. Ben öyle oklava yutmuş gibi dimdik beklerken kendim olan ben yanımdan geçip gitti. Beni görmemişti. Önce kendime çok bozuldum, insan yalandan da olsa bir selam verirdi. Ama sonra en başta benim de görmezlikten gelmek istediğimi hatırlayınca kendimi affettim. Huyumuz batsın, ne de olsa ikimiz de aynı kişiydik. Tekrar kendimi takibe başladım. Doğruca gazete bayiine gidip, birkaç dergi aldı. Sürekli aldığı dergiler olmalı ki önceden hazırladığı tam parayı bırakıp ayrıldı. Yine hızlı adımlarla sahile doğru yürüyüp bir banka oturdu ve dergileri okumaya başladı.
“Be adam madem banka oturup dergi okuyacaktın bu acelen neydi, beni niye peşinden koşturdun?” diye söylendim. Resmen oturmuş kendi kendimi eleştiriyordum arkadaş. Daha önce hiç bu şekilde bir özeleştiri yapmamıştım. Olayı daha ileri bir boyuta taşımak için yanına gidip sormaya karar verdim. Tam banka oturacaktım ki birden kalktı ve önümden geçip uzaklaştı. Onun beni görmediğini o zaman anladım.
Bir sonraki karşılaşmam pek rastlantı sayılmazdı. Birkaç gündür arkadaş ortamında nasıl göründüğümü merak ediyordum. Acaba nasıl oturuyorum, lafa nasıl giriyorum, mimiklerim, el kol hareketlerim dışarıdan nasıl görünüyor çok merak ediyordum.  Tam da bunun ertesinde, arkadaşlarla sürekli gittiğimiz barda buluşacağımız gün yine kendimi gördüm. Benden önce gelmiş masaya oturmuştu. Beni görmedikleri bir masaya oturup izlemeye başladım. Elinde bira, arkadaşımın anlattığı bir şeyi dinliyordu. Ama garip bir hali vardı. Sanki karşındakini dinlemiyor, kafasında bir şeyler kuruyordu. Ne yapmak istediğini hemen anladım. Yiğidim lafa girmek için hazırlık yapıyordu ama sanki lafa değil güreşe girecek ya da serbest vuruş kullanacak gibiydi. Öylesine konsantreydi ki, öylesine ciddi, yapacağı işi önemseyen bir tavrı vardı ki, adeta bir varoluş çabasıydı bu. Birasından bir yudum alıp atağa geçti ve belli belirsiz:
 “Ya o değil de…” gibi bir laf söyledi. İlk deneme başarısızdı, top barajdan geri dönmüştü. Ağzından çıkan kelimelerin her biri atmosfere doğru savrulup gitti. Bunda zamansız lafa girmesinin büyük payı vardı, çünkü arkadaşımın lafı hala bitmemişti. Oluşacak ilk sessizlik anını beklemesi daha iyi olurdu. Yılmadı ve B planını işleme koydu. Sabırla ortada dolaşan cümlelerin bitmesini bekledi ve beklediği an geldi.  Herkesin lafını bitirdiğinden emin olmak için kısa bir süre daha bekledi ve:
 “Abi geçen ne oldu biliyor musun?” diyerek lafa girmeye çalıştı ama yine başarısız oldu, çünkü diğer arkadaşım daha yüksek bir sesle giriş yaparak kendi muhabbetini açtı. Bu sefer de topu boş kaleye yuvarlayamamıştı. İşte tam burada kendime acıma ve sinir olma arası acayip bir his duymaya başladım. Masadaki kendimin özgüveni sıfırlanmış gibiydi,  artık iş inada binmişti. Sonraki adımını tahmin etmem zor olmadı. Muhtemelen yine bir sessizlik anında sağlam bir ses tonuyla lafa girip bu işi bitirecekti. Bu sefer istediğini yaptı ama çok garip bir durum oldu. İşi garantiye almak için, arya söylemeye başlayan tenor gibi yüksek perdeden anlamsız bir giriş yapmış ve masadakiler anlattığı şeyden çok sese odaklanmıştı. Az önce konuşan arkadaşım, sırıtık bir vaziyette:
“Yeğenim sakin ol, celallenme,” diyerek dalgasını geçti. Diğerlerinin gülerek buna katılması da son darbeyi vurmuştu, pozisyon goldü ama hakem ofsayt bayrağını kaldırmıştı şimdi de. O dakikadan sonra mümkün değil lafa girmezdi, camdan dışarıyı izlemeye başladı. Ben de sotelendiğim yerden kalkıp masaya doğru yürüyünce diğer ben kalkıp gitti, arkadaşlarım ise “Nerede kaldın hafız, ilk biraları bitirdik bile” deyip boş bir sandalye ayarladılar.
Kendimi sık sık orada burada görüyordum, ama bunun bana nasıl bir faydası oluyordu diyecek olursanız, ben de tam anlamadım. Önceki izlenimlerime dayanarak davranışlarımı düzeltmeye çalışıyorum ama pek başarılı olduğum söylenemez. Mesela geçen eve misafirler geldiğinde ikimiz de son ana kadar odamızdan çıkmadık. Ben ayıp olmasın diye önden diğer beni gönderdim. Ne yapacağını merak ediyordum. Gelenlere yalandan bir merhaba deyip azıcık yanlarında oturduktan sonra tekrar odaya geldi. Bunu görev icabı yaptığı o kadar belliydi ki, odadan çıktıktan sonra mutlak bir sessizlik oluştu. Kimse konuşmuyordu, misafirlik amacından sapmış, gelenler acaba biz ne bok yemeye buraya geldik diye düşünmeye başlamıştı. Durumu kurtarmak için ardından ben gittim, biraz daha samimi bir karşılama yapıp sohbet ettim. Çaylar gelince de müsaade isteyip odama geçtim. Yine bir keresinde kendimi biriyle ilk tanışma esnasında görmüştüm. Adamın elini sıkıp, memnun oldum derken adama değil de, omzunun üstünden arkaya bir yerlere bakıyordum. Şimdilerde buna dikkat etmeye çalışıyorum ama dükkânda alışveriş yaparken ki hallerime çare bulmak mümkün değil. Sanki çok kararlıymışım gibi görünmeye çalışıyorum, ama esnafın ufak bir numarasına kanıp kazık yiyeceğim o kadar belli ki. Elimde olsa kendi kendimi kazıklayıp enayinin cebindeki bütün parayı alırım ama yanına bile yaklaştırmıyor beni, kaçıp uzaklaşıyor herif. Geçenlerde de yine hep yaptığım gibi, adamın:

“Aynı mal mağazada iki katına satılıyor abi, daha ucuzunu bulursan getir ben alayım,” lafına inanıp dandik tişörte o kadar parayı verip çıktım. Kendimi ne kadar hazırlarsam hazırlayayım çok iddialı bir laf karşısında bütün savunma sistemim devre dışı kalıyor. Ben her olasılığı düşündüğüm için kesin konuşmaktan kaçındığımdan olsa gerek, iddialı laf duymanın verdiği garanti hissine kapılıp inanıveriyorum.  Bir keresinde beğenmezsen geri getir ben hep buradayım diyen birinden  on çift çorap almıştım. Ben hep buradayım diyen adam da her gün başka bir kaldırımda satış yapan bir işportacıydı, düşünün artık.
Kendimi en son hastanede gördüm. Elinde sıra numarası, kliniğin önündeki koltuğa oturmuş içeri girmeyi bekliyordu. Bir grup hasta odaya daha erken girebilmek için kapının önünde yuvalanmış, kendi aralarında:
 “Beyefendiden sonra benim, sonra da siz girersiniz,” diye konuşarak sıra paylaşımı yapmaktaydı. Kendim olan ben, kapının önüne çöreklenmiş vaziyette, yeni çıkan Iphone’u hemen satın almak isteyen hevesli kalabalıktan biriymiş gibi davranmayı karakterine yakıştıramadığı için oturmaya devam etmekteydi. Ama bir yandan da hakkı yenecek, kendinden sonra gelenler daha erken girecek diye içten içe tüm hastalara uyuz oluyordu. Elinde sıra numarası olmasına rağmen, bu bir grup hizipçi hastanın kendi içinde oluşturduğu yeni sıralamanın içinde olmamasından dolayı tedirgindi. Yine de sıra numarasına güvendiği için tavrından ödün vermedi. Tüm bu olgun ve vakur düşüncelerine rağmen içerideki hasta çıkınca ani bir refleksle kapıya doğru yöneldi. Doktorun sekreteri kalabalığa yerine geçmesini, herkesi kayıt sırasına göre alacağını söyleyip içeri girdi. Bir süre sonra tekrar çıkıp adımı seslendi. Bizimki sanki başka birinden bahsediliyormuş gibi aldırmaksızın oturuyordu. Sekreter tekrar adımı okuyunca birden ikimizin de aynı kişi olduğunu hatırlayıp kapıya doğru yöneldim, diğer ben de kalkıp gitti. Doktor içeride beni bekliyordu.  İki yıldır gidip geldiğim için beni tanıyordu artık. Mesleğini seven başarılı bir psikiyatrdı.
“Söyle bakalım,” dedi. “Hala dışarıdan nasıl göründüğünü merak ediyor musun?”

“Hayır,” dedim, “kendimi artık dışarıdan izleyebiliyorum, hatta buraya girmeden önce de kapı da beraber bekliyorduk, ama o girmedi.”

Doktor şaşırmış bir şekilde yüzüme baktı. Sanki beni daha önce hiç görmemiş gibiydi. Birden gülümsedi:


“Merak etme, anlaşılan o da içeri girmiş,” dedi. Doktorun ne demek istediğini pek anlamadım. Karşılıklı birbirimize gülümsedik ve yeni bir ilaç tedavisine başladık.

05 Ekim 2013

7 Soruluk Din Testi - Hangi Dindensiniz?

1- Tanrı var mı?
A) Allah yoksa bizi kim yarattı peki?
B) Yok mu?
C) Yani bence bu kadar şey tesadüf olamaz

2- Cennete kimler gidecek?
A) Sıralı tam liste yarın Zaman'da
B) Hacı dedem
C) Yolu sevgiden geçen herkes

3- Yeni tanıştığınız birine söyleyeceğiniz ilk şey?
A) Şirk koşuyor, küfre düşüyor, günaha giriyorsun güzel kardeşim
B) Sigara var mı?
C) Ben burcumun özelliklerini aynen taşıyorum biliyo musun?

4- Hayalinizdeki işi kapmak için ne yaparsınız?
A) Abilere, sohbetlere karışırım, hizmeti aksatmam. Sonra iş nasılsa hazır
B) Araya adam sokarım
C) Evrene mesaj yollarım, enerji salarım

5- Kuantum?
A) Bu zaten Kuran'da yazıyo
B) Abi yapma ben sözelciyim
C) İnsanın bi şeyi çok isteyince olmasını sağlayan, maddeye kafamıza göre yön verdirten, hakkında tek bir satır bile okumadığım, hadron çarpıştırıcısı mamulü şahane bi şey

6- Mevlana?
A) Bir Allah dostu, ilimli, nur yüzlü bir zat
B) Etli ekmek?
C) Mesnevi adlı özlü sözler kitabının yazarı, best seller

7- Düşüncelerinizin dayanağı, ilham kaynağınız nedir?
A) Hocaefendi
B) Acun Ilıcalı
C) Akü (Pozitif enerji yayıyor, beni iyi hissettiriyor)

Sonuçlar:
A'lar çoğunluktaysa: FEM Dershanesi çalışanı
B'ler çoğunluktaysa: Bilinçsiz gizli ateist
C'ler çoğunluktaysa: Ay ben öyle şeylere çok inanırım dini üyesisiniz, tebrik ederiz.

02 Ekim 2013

Dört Bacaklılar

Evin her yerinde sehpa var. Sehpalardan arta kalan boşluklarda yaşam mücadelesi veriyoruz ailecek. İşin kötüsü o sehpaları bizzat biz getirip koyduk oralara ve şu an anayasanın değişmez maddeleri gibi kendilerinden emin, kafalarına göre takılıyorlar. evin kaç metrekare olduğunun bir anlamı da kalmadı artık. Çünkü ne kadar geniş bir eve geçersek geçelim, eninde sonunda sehpalar evi işgal ediyor ve yine 30 m2'lik boş bir alan kalıyor.

Sehpalar çeşit çeşit... En babaları en ortada duruyor. Leke yapmasın diye üzerine su içtiğimiz bardağı bile koyamıyoruz, bu ne lan? Sehpa kendini iyice kabinenin gedikli devlet bakanı gibi hissetmeye başladı. Bir sehpanın götü bu kadar kaldırılır mı? Koy gitsin bardağı üzerine, eşşek gibi duracak orda o. Ayrıca onun üzerinde duran örtüye de gıcığım, ona da laf söyleyemiyoruz arkadaş. Sehpanın makam şoförü gibi, koruma müdürü gibi, bir havalar bir havalar. Ayağımı sehpaya uzatınca kayıp yere düşen bir şey değil misin sen oğlum, bu ne artistlik? 

Zigon sehpa ayrı bir çeşit. İç içe geçmiş dörtlü takılıyorlar. Üzerinde kesinlikle hiç bir fonksiyonu bulunmayan bir şekerlik var. Bunu hepimiz biliyoruz, çünkü son 20 senedir eve giren bayram şekeri, çikolata vs zaten şekerliğe girme fırsatı bulamadan tüketiliyor, buna rağmen yeri sabit. Ama mesela bir romana bu kadar kıymet verilmiyor. Garibim, bazen koltuğun üzerinde, bazen televizyonun yanında, bazen yerde, oradan oraya dolaşa dolaşa sığınacak bir liman arıyor. Yani düşün sen ömrünün bir kaç yılını verip bir roman yazıyorsun, düşün ki sen Tolstoy falansın yani, yazdığın kitap bir sürü kişinin hayatını etkileyebilecek güce sahip ama sehpanın üzerinde duran şekerlik kadar kıymeti yok. Şekerlik, torpille, hemşericilikle, pis siyasetle makam edinmiş bir karayolları bölge müdürü kadar paralı bir kifayetsiz muhterisken, roman, orta halli bir ailenin üniversite bitirmiş zeki fakat işsiz oğlu gibi duruyor. Şerefsizler resmen gelir dağılımındaki adaletsizliğin somut göstergesi gibiler.

Geri kalan sehpaların kimi tamamen boş duruyor. İçlerinde yıllardır hiç bir şekilde kullanılmamış olanları var. Ama bir şekilde alınıp evde kendilerine dikilecek bir yer ayarladıkları için dokunulmazlık hakkı kazanıyorlar ve artık elden yapacak bir şey gelmiyor. Hele bazıları öyle stratejik noktaları ele geçirmiş ki, balkon kapısının tam olarak açılmasına engel oluyor ya da evde yürürken birden bacağını uzatıp ayak serçe parmağıma çarpıyor, bunu bilerek yapıyor.


Nedir bizi bunca sehpa almaya iten? Neden bu kadar çekiniyoruz bu sehpalardan? Geniş geniş yaşamak bizim de hakkımız değil mi? Herkes evindeki fazla sehpaları atsa muhtemelen İç Anadolu Bölgesi kadar yer kazanacağız. Ama neden bunu yapamıyoruz, anlamıyorum.