16 Kasım 2013

Hayat Bilgisi

Yıllar evvel gittiğim bir iş görüşmesi, 10 aylık işsizliğin verdiği tedirginlik ve art arda gelen soruların gerginliğiyle ilerlerken, mülakatı yapan kadının “Bir önceki işinizden ayrılma nedeniniz neydi?” sorusuyla nispeten rahatlamıştım. Çünkü bir kere bu soru, cevabını bildiğim bir soruydu, ayrıca sorulacağını da bildiğim için önceden cümlelerim hazırdı. Bu hazırlığı bir önceki gece, teklemeden ve kendimden emin bir ses tonuyla konuşarak karşı tarafta bir güven hissi yaratabilmek için yapmıştım. “Kendinizi beş yıl sonra nerede görüyorsunuz?”, “Sizce sizi neden işe alalım?”, “En tiksindiğiniz 10 özelliğinizi özgüveninizi kaybetmeden sıralayabilir misiniz?” gibi sorular, firmaya ve ortama göre değişen sorulardı ve beni, gole ihtiyacı olduğu için tüm hatlarıyla rakip yarı sahadayken birden kontraatak yiyen takıma çeviriyordu. Bu atakları savuşturmak benim için fazladan efor sarfetmek olduğundan savuşturana kadar ter içinde kalıyordum. Klimaya rağmen geldiğim bu ıslak durum o ana kadar bürünmeye çalıştığım ortamların rahat adamı havasını yerle bir ediyor, sırtımı terli gömlekten ayırabilmek için garip hareketler yapmama neden oluyordu.. İşte tam bu anda gelen soru bana durumu toparlama şansı vermişti. Bir haber spikeri edasıyla yaptığım ve işten ayrılmama neden olan, yoğun iş temposu, uykusuzluk, mobbing, stres gibi gerekçeleri sıraladığım tiradım, işe yeni başlamış boş boğaz bir insan kaynakları elemanının sorusuyla dağıldı: “Peki neden bu krizi bir fırsata çevirmeyi düşünmediniz?”

Krizleri fırsata dönüştürmek bize daha önce hiç öğretilmemişti. Belki istense hayat bilgisi dersinin müfredatına eklenerek, hayata dair bilgiler içeren yararlı bir ders elde edebilirlerdi. Ama bunun yerine kırmızı ışıkta durmamız gerektiğine yönelik üniteler mevcuttu. Okula gitmeyen çocuklar bugün kırmızı ışığı bir fırsata çevirip duran arabaların camlarını silerek gelir elde ediyor. İşte biz bunları hiç öğrenemedik. Mesela sıra arkadaşım Mahmut pek öyle krizleri fırsata çevirebilen biri değildi. Dönem başında aldığı defterleri yılsonuna kadar idareli bir şekilde kullanmak zorundaydı. Bu yüzden bir defteri bitirip de yazacak yeri kalmadığında, daha önce yazdığı sayfalardan birini silgiyle tamamen siler ve yazmaya kaldığı yerden devam ederdi. Belki şartları sonuna kadar zorlayacak bir iradeye sahipti ama maalesef krizi ancak bir sayfa sonrasına erteleyebiliyordu. Sonra yine silgiye kuvvet girişiyordu. Hatta bu işlem esnasında ortaya çıkan silgi artıklarını tekrar birleştirerek geri dönüşümlü silgi yapmaya da çalışmıştı ama istediği randımanı alamamıştı. Ha keza diğer bir arkadaşım Sönmez de haftasonları babasıyla pazarda dolmalık biber sattığı için, işten güçten fırsat bulup da fırsatçılık yapamıyordu. Krizin fırsata çevrilmesi, yağların kasa çevrilmesi kadar mantıksızdı onlar için.

Ne acıdır ki krizlerden fırsat üretmek, ailemin de gelenekleri arasında yoktu. Odaları da gelirimiz kadar dar olan evimiz deniz görmüyordu, sobayla ısınıyordu ve zaten krize yürüyerek 5 dakika mesafedeydi. Bu duumdan kazançla çıkacağımıza dair umutlarımız, doğum günümü ilk kez kutlayacağımız akşam fiilen sona erdi.

Normalde pasta kesme eylemi bizim için yalnızca düğünlere has bir eylemdi. Evin çocuğunun doğum gününde yaş pasta üzerindeki mumu üflediği görüntüler çoğunlukla televizyon ekranlarında denk geldiğimiz bir görüntüydü. E tabi televizyon da başka bir âlemde yaşayan insanları anlattığı için bu tarz adetleri hiç üstümüze almazdık. Yine de annem, şu ölümlü dünyada bizim de bir partimiz olsun demiş olacak ki bir hovardalık yapıp bana bir doğum günü kutlaması organize etmeye karar vermişti. Hemen hazırlıklara girişildi. O gün evde değişik bir şey yapacak olmanın getirdiği heyecanı hala çok net hatırlıyorum.

Doğum günüm için yapılan hazırlıklar pek görkemli sayılmazdı. Bakkaldan alınan kola, yıllardır vitrinde bekleyen şekilli bardaklara konmuştu. Elmalar kabuğundan ve çekirdeğinden ayrılmış ve löp löp yutulacak şekilde kesilmişti. Portakal ise her zamankinden farklı olacak şekilde yuvarlak dilimler halinde doğranmış ve yer soframıza modern bir hava katmıştı. Bu türden çılgın bir hareketi ancak yılbaşı kutlamalarında yapardık. Ancak sofranın asıl yıldızı annemin yaptığı kocaman bir tepsi “sadeli kek”ti. Aile bütçesini sarsacağı gerekçesiyle yaş pastanın adı dahi anılmamıştı. Ama kek de çekirdek ailemize nadiren uğrayan bir hamur işi olduğu için bizi fazlasıyla tatmin etmişti. Mevsim sonbahar olduğu için dışarıda yağmur atıştırıyordu ve yağmurun sesiyle kolanın bardağa dökülürken çıkardığı sesin uyumu gecemize renk katıyordu. Ancak bir süre sonra yağmur işi abarttı ve olanca gücüyle yağmaya başladı. Fırsata çeviremediğimiz krizin ilk işareti balkon kapısının altından içeri giren yağmur suyuydu. Anında teyakkuza geçildi ve annem kapı aralığına bir bez yerleştirdi. Fakat yağmur durmuyordu. Bir süre sonra camlardan içeri sızmaya başladı. Yerdeki keki unutmuş oraya buraya bez yetiştiriyorduk. En son banyodaki kovayı da tavandan damlayan suyun altına koyduğumuzu hatırlıyorum.


İşte o iş görüşmesinden çıktıktan sonra bu olay aklıma geldi. O gün eve giren suya baraj kurup elektirik enerjisi üretecek değildik. Krizden fırsat üreten kişi dendiğinde de aklıma hala stokçuluk yapan üçkâğıtçı esnaf gelir ama onların da nesli tükendi. Zaten bu soru karşısında yapmam gereken şey de, soruyu soran dingilin boğazını iki elimle sıkıp: “Ulan pezevenk, şimdi nefesini keseceğim, götün yiyosa fırsata çevir bakalım bu krizi” deyip güvenlik eşliğinde şirketten atılmaktı ama olur de belki işe alırlar diye yapamadım.  Kibarca iyi günler deyip binadan ayrıldım ve ilk iş olarak terlememde büyük katkıları olan kravatımı çıkarıp cebime soktum. Ferahlık, sessizlik ve huzur güzel şeylerdi.

05 Kasım 2013

Umudunu Yitirmiş Bir Öğrenci Evinin Geleceği Olmaz

Gündemimizi meşgul eden bir gelişmeden dolayı Eurovision serime kısa bir ara vermek zorunda kaldım.

Sizin de bildiğiniz gibi ülkemizin gündemi çok sakindir. Halkımız barış içinde yaşar ve farklılıklara karşı son derece saygılıdır. Hatta birçok bölgemizde saygı kavramı bile resmi bir mesafeyi anımsatığı için farklı kimlik ve kültürlerle bir arada yaşamak bir zenginlik olarak görülür ve böyle bir hayattan zevk alınır. Kimse kimseyi farklı bir ırk, din, mezhep ve cinsel yönelimi dolayısıyla hor görmez, dolayısı ile de buna bağlı bir kavga,çatışma, ayrımcılık, cinayet gibi meseleler gündemimizi meşgul etmez. Yine spor kültürümüz de çok üst düzeydedir. Her ne kadar futbol biraz daha seyirci çeken bir spor dalı gibi görünse de olimpik sporlara olan tutkumuz da son derece fazladır. Saha içi şiddet, doping ve şike gibi kavramlardan uzak olan bu spor hayatımızda gündemimizde yer tutan tek şey sporcuların ve kulüplerin elde ettiği başarılardır. Kültür ve sanata olan düşkünlüğümüz ise zaten dillere destandır. Ülke sanatçılarının çoğu özgür bir şekilde üretimlerini gerçekleştirirler ve yalnızca eserlerini sergileyerek geçimlerini sürdürebilirler. Dolayısı ile iktidara karşı minnet borcu olmadan var olmayı rahatlıkla başarabilirler.  İşsizlik yok denecek kadar az, çevre duyarlılığı tavan yapmış, kentlilik bilinci ise full çekmektedir. Bilim ve teknolojide kaydettiğimiz ilerlemeler zaten az sayıdaki sorunlarımızı da bir bir çözmekte, kızları ceylan, erkekleri dalyan gibi nesiller yetiştirmeyi kolaylaştırmaktadır. Tüm bunlara ek olarak, kazadan, beladan, geçim sıkıntısından, cinnetten ve kederden uzak bir toplum yapısına sahip olduğumuz için eskaza karşılaşılan olumsuz bir durum, bir cinayet ya da trafik kazası toplumda büyük bir şaşkınlık ve üzüntü uyandırır. Ancak yine de bu kötü durumlardan gerekli dersler çıkarılarak yola devam edilir.

İşte tüm bu rahatlık, bolluk, bereket ve düzen; maalesef heyecan ve gerilimden uzak, sıkıcı bir hayatı da beraberinde getirmektedir. Çünkü başarının ve sürekli rahat hayat sürmenin getirdiği doymuşluk hissi halkımızı bunalımlara sürüklemekte, odasına çekilip, yorganın altında saatler geçirmesine neden olmaktadır. Bu nedenle sağolsun başbakanımız ve bizzat kendisinin seçip yetiştirdiği birbirinden zekalı ve kafalı bakanları zaman zaman ortaya bir konu atmakta ve bizi bir an olsun siyasi gündeme çekme gayretini göstermektedir. İşte bu öğrenci evlerinde kızlı erkekli kalma konusunun ortaya atılmasının nedeni de tam olarak budur. Her şey bizim iyiliğimiz içindir. Aksini düşünen namussuzdur, şerefsizdir.

--yandaş medya mode off--

Bu tartışmada şunu devamlı unutuyoruz arkadaşlar. Başbakanın dediği gibi kızlı-erkekli ev ortamları aslında memleketimizde neredeyse hiç yoktur. Bu bir şehir efsanesinden ibarettir. Bu tür ortama sahip evlerin sakinleri zaten genellikle varlıklı ailelerin çocuklarıdır ve onlara da bi bok yapamazsınız. Geri kalan öğrenciler için böyle bir ev ortamına sahip olmak saf bir umuttan ibarettir ve bunu gerçekleştirmek çok az kişiye nasip olur.

Bugün erkek öğrenciler pisliğin içinde hastalıktan ölmüyorsa bunu sağlayan şey işte bu umuttur. Eğer ki bir evde domestos varsa, dolabın bir köşesinde temiz çarşaf ve nevresim gömülüyse, kitapların arkasında deodorant gizlenmişse, bulaşıklar nadiren de olsa yıkanıyor, haftada bir ev temizleniyorsa, bunun nedeni, olur da eve bir kız gelirse rezil olmayalım tedirginliğidir. Gençlerimiz yurttan çıkıp ayrı ev tutuyor ve devlete yük olmuyorsa bunun başlıca sebeplerinden biri "acaba ben de bir gün alkolün su gibi aktığı ve kızların da buna iştirak ettiği bir ev partisi yapabilir miyim?" umududur. Ömrünün baharında, libidosu kıvamında yiğitlerimiz haftada bir gün de olsa kaliteli ve temiz bir boxer giyiyorsa bu tamamen "lan acaba bu akşam bi seks durumu olur mu?" çaresizliğindendir. Eğer siz öğrencilerin elinden bu umudu da alırsanız yemin ederim bir sonraki öğrenim kredisi yatmadan çeşit çeşit mikropların saldırısı sonucu yitip giderler. Çünkü o zaruri temizlik faaliyetlerini sürdürmek için hiçbir geçerli neden kalmaz. Kişisel bakım giderlerine harcanan para pizzaya şuna buna harcanır ve filinta gibi erkeklerimiz hacimlerini üçe katlar.Saç sakala karışır, ev ahıra döner ve o evde adeta bir öküz gibi yaşanır. Bu anlattıklarım size inandırıcı gelmiyorsa, hiç bir dişi varlığın gelme ihtimali olmadığı asker koğuşlarında bulunmanızı öneririm. Eğer gece tüm koğuş uyurken içerde zehirlenmeden yarım saat geçirebilirseniz ben de size destek veririm.

Bakın bu çok ciddi bir konu. Sırf siz evde mal mal otururken "ulan şimdi hangi evlerde nasıl seksler, ne türden cimalar, zinalar çeviriyodur bu günahkâr iblisler" diyerek söylenmeyesiniz diye bu riski göze alamayız. Zaten bekar insanlardan huylanan, bi şey yapsa da çemkirsem, evden kovdursam diye tetikte bekleyen milyonlarca teyze ve emmi var, bir de bu gençlerin üstüne valiliği salmanın alemi ne? O vali tweet mi atacak, yoksa acaba Serkanlar'ın evde hatun kişi var mı diye kontrole mi çıkacak? Bu koca devlet çarkı nasıl dönecek? Lütfen... Bu işten bir an önce vazgeçin. Saygılarımla. Trt2gibiadam.

01 Kasım 2013

Eurovision İncelemeleri - Petrol


Eurovisiona katıldığı ilk yıl 3, ikincisinde ise 2 puan alan ülkemiz, işlerin boka sardığını anlayınca yarışmaya iddialı bir isim göndererek hem sıfır puana doğru yönelmiş gidişatı değiştirmek hem de iyi bir derece alıp "Biz de sesimiz güzel, bizim de yeteneğimiz kendi çapımızda" demek istedi ve süper star Ajda Pekkan'ı bu ulvi göreve verdi. Ancak yine memleket olarak stratejik bir hataya imza attık. Yarışmadan iyi bir sonuç elde etmek zaten bizim için büyük bir hedefken üstüne bir de dünya gündemini yakalamak adına "Petroil (Bildiğimiz petrol)" isimli bir şarkı yapmak bizi amacımızdan uzaklaştırdı. Çünkü bugün artık hepimiz şunu kabul ediyoruz ki: Petrol diye şarkı mı olur lan? Hiç insan petrolden canım cicim diye bahseder mi, motorine sempati duyar mı? İstasyon sahibi misin, pompacı mısın, kamyon şoförü mü? Raman'da petrol çıkınca bu kadar kendimizden geçmedik, bu heyecan neden? Zaten o yıl bi de askeri darbe oldu, iyice kaportayı dağıttık. Neyse...

İşte böyle böyle derken memleketimizin güzide müzisyenlerinin elinden çıkmış bu şarkıyla yarışmaya katıldık. Üstelik şarkımızı da bir süper star seslendiriyordu. Gerçi bizde bu tür ünvanların kime nasıl verildiği de biraz meçhul. Mesela Tarkan'ın ünvanı mega star. Normal pop star kadrosunun emeklilik ikramiyesi daha çok olacak ki adam bi şekilde bunu almış. Ama nasıl almış bilemiyoruz? KPSS'ye mi giriliyor, mülakatla mı alınıyor? Yine diğer yandan Kayahan büyük usta, Bülent Ersoy diva, arabesk camiası zaten kraldan,prensten, babadan geçilmiyor. Sanırsın derebeylik hüküm sürüyor. Neyse bu ünvan ayrı bir tartışma konusu. Ha yarışmanın sonucu noldu derseniz felaket oldu arkadaşlar. Aldığımız 23 puan birden gözünüze çok gelebilir ama zaten 12 puanı bu yarışmaya yalnızca bir kez katılan Fas'tan aldık. Onu da ya din kardeşliği hesabına verdiler ya da Fas Kralı o zamanlar güzelliğinin doruğunda olan Ajda Pekkan'a feci halde göz koydu, bilemiyorum. Şarkıda da çok belirgin arabesk motifler var, adamlar kendi ülkesi zannedip oy da vermiş olabilirler. Kesin bir şey söylemek zor. Ama şu var ki biz yine vefasız bir tavırla Fas'a sıfır puan verdik. Garipler de 7 puanı alınca ayağını kesti tabi eurvisiondan. Hem kendimizi yaktık hem Fas'ı yaktık.

Bu yarışmadan sonra Ajda Pekkan bunalıma girip memleketi terketti ve bir süre Fransa'da yaşadı. Fakir halkımız ise imkanları dahilinde en fazla haftasonu kayınçolara oturmaya gidebildiği için maalesef bağrına taş bastı ve derdini içine attı. Böyle böyle çilekeş olduk lan, kimse elimizden tutmadı bizim. O neslin çocukları şimdi arabesk-rap denen illetin pençesinde telef oluyor. Hepsinin saçı ibik gibi, aşık mı oluyolar, denyo mu oluyolar, ne bok oluyolar belli değil. Bu meslenin kökleri işte ta buralara dayanıyor. Sonraki yazıda yeni tespitlerle bu savımı destekleyeceğim. Hoşça kalın.


28 Ekim 2013

Eurovision İncelemeleri - Seninle Bir Dakika


Eurovision şarkı yarışmasına ilk katılımımız Semiha Yankı'nın Seninle Bir Dakika adlı şarkısıyla olmuştur. Ancak TRT'nin bürokratik karmaşasından ötürü son ana kadar tekstil fuarına katılacağını zanneden Semiha Yankı, gerçeği öğrenmesine rağmen kıyafetini değiştirememiş ve koskoca yarışmaya basma fistanla katılmak durumunda kalmıştır. Bu noktada fistana dair bazı ek bilgiler vermekte yarar var. Fistanın yapıldığı basma, Kemeraltı'ndaki köhne bir pasajın bodrum katındaki bir manifaturacısından alınmıştır ve farklı renklerdeki kumaşların elde kalan son örnekleri kullanılmıştır. Dolayısı ile aynı kıyafetten bir tane daha dikmek bugün bile imkansızdır. Ayrıca daha sonra yapılan incelemelerde, dünya üzerinde görülebilecek tüm renklerin fistanda yer aldığı, hatta bizzat bazı renklerin yalnızca fistana özgü olduğu ortaya çıkmıştır. Konuyla ilgili açıklama yapan TRT yetkilileri eğer bu durum daha önceden bilinip reklamı yapılsaydı, bu sayede oy veren jürilerin kararının değişebileceğini ve bu elim sonucun alınmayacağını söylemiş ve maddi imkansızlıklardan yakınmışlardır. Zira binbir umutla göndermiş olduğumuz temsilcimiz yarışmayı ancak 19. sırada tamamlayabilmiştir. Tüm bu tersliklere yarışmaya sadece 19 ülkenin katılması şanssızlığı da eklenince maalesef sonunculuk kaçınılmaz olmuştur.

Yarışmada yalnızca Monako'dan 3 puan almamıza rağmen bizden Monako'ya hiç puan gitmemiştir. Kadir kıymet bilmesiyle meşhur ülkemizin böyle bir vefasızlığı nasıl yaptığı başta vatandaşlar tarafından yadırgandıysa da daha sonra puanları veren jüri üyelerimizin 18 km2'lik bu minicik ülkeyi aslında Fransa'nın bir mezrası sandığı için es geçtiği anlaşılmıştır. Hükümetimiz bu ayıbı telafi etmek adına, toprakları genişlesin diye Monako'ya Zeytinburnu'nda 10 dönüm arazi teklif ettiyse de bu teklif prens tarafından kibar bir şekilde reddedilmiştir.

Şarkıya dair dikkat çeken diğer nokta ise şarkının sözlerinde geçen "sevmek bir ömür sürer, sevişmek bir dakika" kısmıdır. 5 dakikalık bir sevişme süresinin bile erken boşalmadan sayıldığı bir ortamda toplamda 1 dakika seviştiğini farkında olmadan itiraf eden söz yazarını biz burada tekrar ifşa etmek istemiyoruz. Ancak sanki bu 60 saniyelik süreyi milyonların gözü önünde dile getirerek "aslında normali 1 dakika abi, gerisi bildiğin eziyet" alt metniyle normalleştirmeye çalışmasını da kınamadan geçemeyeceğiz. Belki de diğer ülkelerin erkek jürileri bize puan vererek bu vebalin altına girip yanlış tanınmak istemedikleri için böyle sonuncu olduk da geldik. Olur mu olur yani. Yoksa aslına bakarsanız şarkı mis gibi şarkı, yorum zaten 10 numara. Puanların gürül gürül akması lazım ama ne geliyo, 3. 3 diye puan mı olur lan? Sanki masaya 3 çay söylüyo vicdansız jüri.

Neyse... Sonuçta ilk yarışmanın tecrübesizliği deyip geçtik ama bu işin böyle olmadığı ilerleyen yıllarda iyice açığa çıktı. Masum bir heyecanla başlayan bu macera maalesef ilerleyen yıllarda daha büyük trajedilere ve yıkımlara yol açtı. Nice koçyiğitler, nice ceylanlar bu uğurda kederlere gark oldu, özgüvenini yitirdi. Buna da serinin diğer incelemelerinde değineceğiz.

27 Ekim 2013

Bir Kendini Kabul Ettirme Arayışı - Eurovision (Önsöz)

Çocukluğuma dair hatıralardan biri, hemen her yıl katıldığımız Eurovision yarışmasının, normalde çok az popüler müzik dinlenen evimizde ilgiyle takip edilmesiydi. Avrupa ülkelerinin bir biri ardına çıkan şarkıları arasında memleketimizin şarkısı sabırla beklenir, tüm şarkılar bittikten sonra asıl heyecanlı kısım olan oylama başlar, Türkiye'ye puan vermemekte ısrar eden ülkelere yönelik politik sövgülerin eşliğinde hüzünlü ve sinirli bir ruh haliyle gece sonlanırdı. Her seferinde "Keşke şu saate kadar oturacağımıza gidip uyusaydık" dememize rağmen, içimizdeki minnacık umut bu oylamayı her sene izlememize neden oldu.

Batıya imrendiği halde iliklerine kadar doğu kültürüyle yaşayan memleketimiz, Eurovision'da Sertap Erener'le birinci oluncaya kadar çok çileler çekti. Bu süreçte olimpiyat oyunlarında aldığımız başarısızlıklar zaten direncimizi kırmaktaydı. İşin içinde kavga döğüş olması nedeniyle biraz olsun madalya umudumuzun olduğu boks maçları, Orhan Ayhan'ın "Necip'in bu yumrukları almaması lazım" ve "İspanyol hakemler bir puanımızı daha yedi" nidaları arasında geçip giderken, yine başka bir spora çevrilmiş kavga metodu olan güreşte de benzer serzenişler sergiliyorduk. Aslında kamyonla adam toplayıp ortalığın anasını ağlatmamıza izin verseler madalyaları süpürmemiz çok kolaydı ancak olimpik ortamın bizi kısıtlayan bazı kuralları vardı. Eğer ağır yük kaldırmaya dayalı hammaliye sporu olan halterde çıkardığımız Naim ve Halil'in efsanevi başarıları olmasaydı, geriye kalan bir avuç madalyayla yetinmek zorunda kalacaktık. Diğer yandan Avrupa takımlarıyla yapılan futbol maçlarında gırtlağını patlatasıya kadar "Avrupağğ Avrupağğ duy sesimiziiğğii" diye bağıran mazlum halkımızın feryatları, kıymet bilmez Avrupalılar'ın dilimizi öğrenmeme küstahlığı yüzünden, yörüngeden çıkıp uzaya karışan uydular gibi boşlukta kaybolurken, aynı anda Eurovision'da yarışan şarkılarımızın da yıllarca 3-5 puanla heder olması, zaten 10 yılda bir askeri darbeye maruz kalan ülkemizin toparlanmasını engelleyen küçük ama etkili darbeler almasına neden oluyordu.

Özellikle televoting sistemiyle oylama yapılmaya başlandıktan sonra gurbetçilerimizin milli bir görev bilinciyle, kontörüne kıyarcasına oy kullanması ve 12 puan garantili kardeş memleket Azerbaycan'ın da yarışmaya katılması sonucu kemikleşmiş bir puan seviyesine ulaştığımız için eskiden olduğu gibi son sıralarda sürünmüyoruz. Ancak bir dönem gündemimizi haftalarca meşgul etmiş bu organizasyondaki performansımızdan 5-6 şarkıyı inceleyerek hissiyatımızla ilgili bazı tespitler yapmaya ve sizi de bu konu üzerinde düşündürmeye çalışacağım. 


18 Ekim 2013

DÖNÜŞÜM (KAFKA GİBİ DEĞİL GİBİ)

I. Bölüm – Senden Nefret Ediyorum

İşe aynı servisle gider gelirdik. O ilk binenlerden olduğu için servisin en güzel koltuğunu kapardı. Bilenler bilir, servislerin en güzel üç koltuğu, sırasıyla şoförün hemen arkasındaki pencere kenarı koltuk, şoförün yanındaki ikili koltuk ve en arkadaki pencere kenarıdır. Şoför mahallinde genellikle, şoförle sohbet etmeyi seven erkekler otururken, en arka koltuğu, kulağında kulaklıkla uyuyakalmış, nispeten asosyal tipler tercih eder. Şoför arkası ise birçok özelliği ile aralarından sıyrılır. Çünkü hem cam kenarıdır, hem daha güvenlidir, hem de kapıya yakın olduğu için inip binmesi daha kolaydır. Dolayısı ile burayı servise ilk binen kapar. Servise her binen de kalan koltuklardan en güzelini seçerek oturduğu için zamanla herkesin yeri belli olur ve bu durum kabullenilir. İşte bu en güzel koltuğa da hep o otururdu; satış temsilcilerimizden Nihal yani. Ancak ben bu durumu kabullenemeyenlerdendim. Hadi sabah giderken neyse de akşam dönüşte neden aynı kural geçerliydi? Bu durum beni inceden sinirlendirirdi. Bir keresinde ofisten 5 dakika erken çıktım ve Nihal gelmeden o koltuğu kaptım. Çünkü sabahları servise en son binenlerden olduğum için bırakın güzel bir yeri, bazen oturacak bir koltuk dahi bulamaz, ayakta giderdim. İkimizin de işe girerken yol-yemek-sigorta diye başlamıştık. Ona verilen yol sözü başka mıydı, o servisin gold üyesi miydi sanki? O koltukta en az onun kadar hakkım vardı. Ben böyle çeşitli argümanlarla kendi kendimi haklı çıkarırken Nihal servise bindi ve doğrudan “Kalkar mısınız orası benim yerim” dedi. Neden kalkayım canım burası size mi tahsis edildi diye sormama kalmadı, Nihal’in içinden sinirli bir Seda Sayan çıktı. Kızı benimle, ödeme yapmayan müşterilerle konuştuğu gibi konuşuyor hatta yer yer fırça kayıyordu. Koltuğunu kaptığım için beni icraya vermesi an meselesiydi. Baş edemeyeceğimi anlayınca lanet olsun deyip kalktım. Yol boyunca da söylenip kızı uyuz ettim.
Gerilimli halimiz her sabah devam etti. Her fırsatta haksız yere o koltuğu işgal ettiği duygusunu hissettirmeye çalışıyor, vicdan azabı çekmesini istiyordum. Özel sektör, insanları bu tür ufak hesapların peşinden koşan birer hırslı koyuna çeviriyor maalesef. Geçen seferki bağırışının da yarattığı intikam duygusu içimdeyken kimse benden hiçbir şey olmamış gibi davranmamı beklememeliydi. Benim bundan sonraki tek amacım o günün rövanşını almaktı. Bir gün bir iş için ofisimize geldi. Ofisimizin kapısı günde beş yüz kere açılıp kapandığı için yalama olmuştu ve ancak çok hassas bir denge tutturulduğunda kapalı durabiliyordu. Nihal bu ayarı bilmediği için kapıyı bir türlü kapatamadı. Her denemesinde bir umutla kapıyı kapattığını sanıyor fakat kapı bir hain gibi, bir vurdumduymaz gibi yarım saniye kapalı durup sonra kendini usulca salıveriyordu. İnatçı bir kişiliğe sahip olan Nihal ise her seferinde tekrar deniyor ve yine yeniliyordu. Bir kayayı dağın zirvesine çıkarmaya çalışan, fakat her seferinde zirveden yuvarlandığı… sisifos gibiydi. Hem bu duruma son vermek hem de intikam almak için bir fırsat geçmişti elime. Yardım ediyor kisvesi altında Nihal’e talimat vermeye başladım, ben söylüyordum, o yapıyordu:
“Kolu tut, kapıyı hafif yukarı doğru zorla, yavaşça kapat, şimdi biraz sağa doğru it, bir süre böyle kal, derin nefes al, şimdi sakin ol ve kapıyı yavaşça yere bırak dostum puahahah”
Ofiste herkes benimle beraber gülüyordu, Nihal ise sadece “Aman çok komik” demekle yetinmişti. İntikamımı almış rahatlamıştım. Ancak bir sorun vardı, ofise getirdiği işte iki hafta kadar beraber çalışmak zorundaydık.

II. Bölüm - Seviyorum

Sen…
Sen zalımın gelini
Sen imansızın kızı
Kalbimi çalan
Eski nefret objem yeni hayatımın kadını
Bir yemin ettim ki dövemem
Zira o eskidendi, geçen ay olsa döverdim
Ama şimdi bunu nasıl yapabilirim
Yağların kasa dönüşmesi gibi
Nefretim aşka dönüştü
Aşk böcüğüm, sevgi kelebeğim
Bebişim

III. Bölüm – Neler Oluyor?

İşlerin iyi gitmediğine dair işaretler evlendikten sonraki ikinci ayda geldi. Daha doğrusu evlendikten iki ay sonra Nihal’in annesi geldi. Kaynanam, bizzat eşim tarafından evi derleyip toplamak üzere çağırılmıştı. Nihal mesai saatlerinin yoğunluğunu bahane ederek annesinden yardım istemiş ve o da hemen atlayıp gelmişti. Mutlu bir yuva kurmak üzere evlendiğim kadın, yuvayı annesiyle beraber kurmayı daha uygun görmüştü. Her gün mobilyaların yeri değişiyor, tencereler bir raftan diğerine taşınıyor, çekyat altları, kapı arkaları bir takım kılık kıyafet ve kutularla doluyordu. Benim bu süreçteki fonksiyonum yük kaldırıp indirmek ve dolap ittirmekten ibaretti. Arada bir “Şöyle yapsak nasıl olur?” gibi sorular sorup fikrimi alıyorlar ama en sonunda yine kendi bildiklerini okuyorlardı. Amaçları fikrimi almaktan ziyade kendi düşündüklerini onaylatmak olduğu için fark etmez de desem, başka bir şey de önersem yaranamıyordum. Bu arada tabi cinsel hayatımıza da ara vermiştik. Kaynanam öğlene doğru kalktığı için gece ikiye kadar televizyon seyrediyor ve sık sık yatak odamızın önünden geçip tuvalete giriyordu. Bunu sırf bana gıcıklık olsun diye bilerek yaptığından emindim. Tüm bu engellemelere rağmen yaptığım birkaç cesur girişim de Nihal tarafından engellenince vazgeçtim.
Evliliğimizin bundan sonrası da beklediğim gibi değildi. Akşamlarımız genellikle dizi izleyerek ve ofiste dönen dedikodular üzerine yorum yaparak geçiyordu. Sosyal hayatımız iyice azalmıştı. Hatta sosyal hayatımız daha çok Facebook profilinden oluşuyordu diyebiliriz.

IV. Bölüm – Senden Nefret Ediyorum

Servisin şoför arkası cam kenarı koltuğuna göz koyduğum o güne lanet olsun arkadaş. Hay o koltuğa oturmayaydım da torpido gözünde gideydim tek. Hayatta hiçbir amacım kalmadı. Akraba görmekten beynim yumuşadı. Elti, görümce ve kayınço içinde kaldım. Sürekli eve gelip, ofiste yorgun düşmüş bedenimi sarsıyorlar. Beni bitirince oğlanı ortalarına alıp garip garip hareketler yaptırıyorlar. Baldız sürekli gelip “İkinci çocuk ne zaman inşallah?” deyip duruyor. Oğlum bir tane yaptık işte neyinize yetmiyor? Zaten o garibim de yazık, gerizekalı gibi yetişiyor. Öz evladım gözlerimin önünde ilk turda elenecek yetenek yarışmacısına dönüşüyor ve ben bir şey yapamıyorum. Cinsel hayatımız ise çoktan canına kıydı.
Biraz sonra Nihal’in tiksindiğim arkadaşlarından birinin düğününe gideceğiz. Aslında bu arkadaşını Nihal de pek sevmez ama gitmezsek dedikodu çıkacağını söylüyor. Boşboğazın biri en fazla çeyrek altın edecek bir dedikodu yapmasın diye kalkıp ta şehrin öbür ucuna düğüne gidiyoruz ve bu Nihal’e çok da mantıksız gelmiyor.


12 Ekim 2013

SEN BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİYOR MUSUN?

Acaba dışarıdan nasıl görünüyorum, hareketlerim ve tavırlarım başkaları tarafından nasıl algılanıyor diye merak ettiğimden beri kendime rastlıyorum. Kendime başkalarının gözünden bakabilmek neredeyse bir saplantı oldu bende. Milleti de yoldan çevirip “Birader beni bir yarım saat yürürken izler misin, acaba dışarıdan nasıl görünüyorum?” diye soramayacağım için kendime tesadüf etme işi çok iyi oldu. Sokakta dolaşırken, eğlenirken, otobüste, evde, her yerde kendime rastlıyorum, ama o bunun farkında değil. Labirente koyduğu fareyi izleyen bilim adamı kadar rahatım kendimi izlerken. Önce nasıl göründüğümü merak ettiğim hareketimi düşünüyor, sonra da kendime rastlamayı bekliyorum. Kendimle deney yapıyorum desem yeridir. Deneyimin hem araştırıcısı hem de kobayıyım.
Önceleri kendime sokakta yürürken rastladım. Uzaktan görünce yürüyüşünü bir tanıdığa benzettim, görmezlikten gelip yürüyüp gidecektim, ama giydiği tişört tanıdık gelmişti. Benim üniversite yıllarından beri giydiğim on yıllık tişörtün aynısını giyiyordu. Güneşten rengi atmış, siyahından eser kalmamış bu tişörtü nerede görsem tanırdım. O benim rekor denememdi, acaba bir tişörtü en fazla kaç yıl giyebilirim diye merak ediyordum. İlk aldığımda simsiyah olan tişörtüm şu aralar koyu gri olarak hizmet vermekteydi. Piyasa değeri 10 TL civarındaydı ve aynısını şu an bir başkası giyiyordu. O da aynen benim gibi giyimden fazla anlamadığından olsa gerek, ayağına da mavi bir kot geçirmiş takılıyordu. Zaten kot ve tişört ikilisi olmasaydı erkek milletinin işi çok zordu. Yoksa birbiriyle hiçbir ilgisi olmayan şeyleri giyip maymun gibi dolaşırdık. Ben adamı böyle inceledikçe yavaştan kanım ısınmaya başladı. Yalnız değilim diye düşündüm ve çaktırmadan karşı kaldırımdan takip etmeye başladım. Vitrinlerin camlarından saçını kontrol ede ede giden, arada bir de civardan geçen kızları göz ucuyla süzen gayet normal bir tipti. Bu süzme işini olabildiğince çaktırmadan yapıp kıza mahcup olmamaya çalışıyordu.  Üç kişilik bir kız grubuna bile sadece bir saniye bakıp, kişisel değerlendirmesini yapabiliyordu. Hatta bakışları o kadar belirsizdi ki, ancak benim gibi onu izleyen birisi bu bakışların farkına varabilirdi. Acelesi varmış gibi hızlı adımlarla yürüyor ve kaldırımdaki diğer yayaları bir bir solluyordu. Sanki kaldırımın sonunda birincilik kürsüsüne çıkıp şampanyayla zaferini kutlayacaktı. Her gün üç beş tanesini gördüğüm bu adam nedense çok dikkatimi çekmişti. Bu sıradanlıkta beni çeken bir şey vardı ama neydi bu? Cevabı trafik lambasına geldiğinde buldum. Sabırsız bir şekilde yeşilin yanmasını bekleyen bu genç adam bildiğin bendim. Bunu anladığımda birden ürperdim. Ya o da beni görürse ne yaparım diye elim ayağım birbirine dolaştı. Sanki kendimi değil de hoşlandığım kızı görmüş gibiydim. O anki hareketlerim o kadar saçmaydı ki, daha fazla saçmalamamak için olduğum yerde hareketsiz kalmaya karar verdim. Yoksa şaşkınlıktan öne doğru eğilerek, başım ellerimin arasında, düşüş pozisyonu almam an meselesiydi. Ben öyle oklava yutmuş gibi dimdik beklerken kendim olan ben yanımdan geçip gitti. Beni görmemişti. Önce kendime çok bozuldum, insan yalandan da olsa bir selam verirdi. Ama sonra en başta benim de görmezlikten gelmek istediğimi hatırlayınca kendimi affettim. Huyumuz batsın, ne de olsa ikimiz de aynı kişiydik. Tekrar kendimi takibe başladım. Doğruca gazete bayiine gidip, birkaç dergi aldı. Sürekli aldığı dergiler olmalı ki önceden hazırladığı tam parayı bırakıp ayrıldı. Yine hızlı adımlarla sahile doğru yürüyüp bir banka oturdu ve dergileri okumaya başladı.
“Be adam madem banka oturup dergi okuyacaktın bu acelen neydi, beni niye peşinden koşturdun?” diye söylendim. Resmen oturmuş kendi kendimi eleştiriyordum arkadaş. Daha önce hiç bu şekilde bir özeleştiri yapmamıştım. Olayı daha ileri bir boyuta taşımak için yanına gidip sormaya karar verdim. Tam banka oturacaktım ki birden kalktı ve önümden geçip uzaklaştı. Onun beni görmediğini o zaman anladım.
Bir sonraki karşılaşmam pek rastlantı sayılmazdı. Birkaç gündür arkadaş ortamında nasıl göründüğümü merak ediyordum. Acaba nasıl oturuyorum, lafa nasıl giriyorum, mimiklerim, el kol hareketlerim dışarıdan nasıl görünüyor çok merak ediyordum.  Tam da bunun ertesinde, arkadaşlarla sürekli gittiğimiz barda buluşacağımız gün yine kendimi gördüm. Benden önce gelmiş masaya oturmuştu. Beni görmedikleri bir masaya oturup izlemeye başladım. Elinde bira, arkadaşımın anlattığı bir şeyi dinliyordu. Ama garip bir hali vardı. Sanki karşındakini dinlemiyor, kafasında bir şeyler kuruyordu. Ne yapmak istediğini hemen anladım. Yiğidim lafa girmek için hazırlık yapıyordu ama sanki lafa değil güreşe girecek ya da serbest vuruş kullanacak gibiydi. Öylesine konsantreydi ki, öylesine ciddi, yapacağı işi önemseyen bir tavrı vardı ki, adeta bir varoluş çabasıydı bu. Birasından bir yudum alıp atağa geçti ve belli belirsiz:
 “Ya o değil de…” gibi bir laf söyledi. İlk deneme başarısızdı, top barajdan geri dönmüştü. Ağzından çıkan kelimelerin her biri atmosfere doğru savrulup gitti. Bunda zamansız lafa girmesinin büyük payı vardı, çünkü arkadaşımın lafı hala bitmemişti. Oluşacak ilk sessizlik anını beklemesi daha iyi olurdu. Yılmadı ve B planını işleme koydu. Sabırla ortada dolaşan cümlelerin bitmesini bekledi ve beklediği an geldi.  Herkesin lafını bitirdiğinden emin olmak için kısa bir süre daha bekledi ve:
 “Abi geçen ne oldu biliyor musun?” diyerek lafa girmeye çalıştı ama yine başarısız oldu, çünkü diğer arkadaşım daha yüksek bir sesle giriş yaparak kendi muhabbetini açtı. Bu sefer de topu boş kaleye yuvarlayamamıştı. İşte tam burada kendime acıma ve sinir olma arası acayip bir his duymaya başladım. Masadaki kendimin özgüveni sıfırlanmış gibiydi,  artık iş inada binmişti. Sonraki adımını tahmin etmem zor olmadı. Muhtemelen yine bir sessizlik anında sağlam bir ses tonuyla lafa girip bu işi bitirecekti. Bu sefer istediğini yaptı ama çok garip bir durum oldu. İşi garantiye almak için, arya söylemeye başlayan tenor gibi yüksek perdeden anlamsız bir giriş yapmış ve masadakiler anlattığı şeyden çok sese odaklanmıştı. Az önce konuşan arkadaşım, sırıtık bir vaziyette:
“Yeğenim sakin ol, celallenme,” diyerek dalgasını geçti. Diğerlerinin gülerek buna katılması da son darbeyi vurmuştu, pozisyon goldü ama hakem ofsayt bayrağını kaldırmıştı şimdi de. O dakikadan sonra mümkün değil lafa girmezdi, camdan dışarıyı izlemeye başladı. Ben de sotelendiğim yerden kalkıp masaya doğru yürüyünce diğer ben kalkıp gitti, arkadaşlarım ise “Nerede kaldın hafız, ilk biraları bitirdik bile” deyip boş bir sandalye ayarladılar.
Kendimi sık sık orada burada görüyordum, ama bunun bana nasıl bir faydası oluyordu diyecek olursanız, ben de tam anlamadım. Önceki izlenimlerime dayanarak davranışlarımı düzeltmeye çalışıyorum ama pek başarılı olduğum söylenemez. Mesela geçen eve misafirler geldiğinde ikimiz de son ana kadar odamızdan çıkmadık. Ben ayıp olmasın diye önden diğer beni gönderdim. Ne yapacağını merak ediyordum. Gelenlere yalandan bir merhaba deyip azıcık yanlarında oturduktan sonra tekrar odaya geldi. Bunu görev icabı yaptığı o kadar belliydi ki, odadan çıktıktan sonra mutlak bir sessizlik oluştu. Kimse konuşmuyordu, misafirlik amacından sapmış, gelenler acaba biz ne bok yemeye buraya geldik diye düşünmeye başlamıştı. Durumu kurtarmak için ardından ben gittim, biraz daha samimi bir karşılama yapıp sohbet ettim. Çaylar gelince de müsaade isteyip odama geçtim. Yine bir keresinde kendimi biriyle ilk tanışma esnasında görmüştüm. Adamın elini sıkıp, memnun oldum derken adama değil de, omzunun üstünden arkaya bir yerlere bakıyordum. Şimdilerde buna dikkat etmeye çalışıyorum ama dükkânda alışveriş yaparken ki hallerime çare bulmak mümkün değil. Sanki çok kararlıymışım gibi görünmeye çalışıyorum, ama esnafın ufak bir numarasına kanıp kazık yiyeceğim o kadar belli ki. Elimde olsa kendi kendimi kazıklayıp enayinin cebindeki bütün parayı alırım ama yanına bile yaklaştırmıyor beni, kaçıp uzaklaşıyor herif. Geçenlerde de yine hep yaptığım gibi, adamın:

“Aynı mal mağazada iki katına satılıyor abi, daha ucuzunu bulursan getir ben alayım,” lafına inanıp dandik tişörte o kadar parayı verip çıktım. Kendimi ne kadar hazırlarsam hazırlayayım çok iddialı bir laf karşısında bütün savunma sistemim devre dışı kalıyor. Ben her olasılığı düşündüğüm için kesin konuşmaktan kaçındığımdan olsa gerek, iddialı laf duymanın verdiği garanti hissine kapılıp inanıveriyorum.  Bir keresinde beğenmezsen geri getir ben hep buradayım diyen birinden  on çift çorap almıştım. Ben hep buradayım diyen adam da her gün başka bir kaldırımda satış yapan bir işportacıydı, düşünün artık.
Kendimi en son hastanede gördüm. Elinde sıra numarası, kliniğin önündeki koltuğa oturmuş içeri girmeyi bekliyordu. Bir grup hasta odaya daha erken girebilmek için kapının önünde yuvalanmış, kendi aralarında:
 “Beyefendiden sonra benim, sonra da siz girersiniz,” diye konuşarak sıra paylaşımı yapmaktaydı. Kendim olan ben, kapının önüne çöreklenmiş vaziyette, yeni çıkan Iphone’u hemen satın almak isteyen hevesli kalabalıktan biriymiş gibi davranmayı karakterine yakıştıramadığı için oturmaya devam etmekteydi. Ama bir yandan da hakkı yenecek, kendinden sonra gelenler daha erken girecek diye içten içe tüm hastalara uyuz oluyordu. Elinde sıra numarası olmasına rağmen, bu bir grup hizipçi hastanın kendi içinde oluşturduğu yeni sıralamanın içinde olmamasından dolayı tedirgindi. Yine de sıra numarasına güvendiği için tavrından ödün vermedi. Tüm bu olgun ve vakur düşüncelerine rağmen içerideki hasta çıkınca ani bir refleksle kapıya doğru yöneldi. Doktorun sekreteri kalabalığa yerine geçmesini, herkesi kayıt sırasına göre alacağını söyleyip içeri girdi. Bir süre sonra tekrar çıkıp adımı seslendi. Bizimki sanki başka birinden bahsediliyormuş gibi aldırmaksızın oturuyordu. Sekreter tekrar adımı okuyunca birden ikimizin de aynı kişi olduğunu hatırlayıp kapıya doğru yöneldim, diğer ben de kalkıp gitti. Doktor içeride beni bekliyordu.  İki yıldır gidip geldiğim için beni tanıyordu artık. Mesleğini seven başarılı bir psikiyatrdı.
“Söyle bakalım,” dedi. “Hala dışarıdan nasıl göründüğünü merak ediyor musun?”

“Hayır,” dedim, “kendimi artık dışarıdan izleyebiliyorum, hatta buraya girmeden önce de kapı da beraber bekliyorduk, ama o girmedi.”

Doktor şaşırmış bir şekilde yüzüme baktı. Sanki beni daha önce hiç görmemiş gibiydi. Birden gülümsedi:


“Merak etme, anlaşılan o da içeri girmiş,” dedi. Doktorun ne demek istediğini pek anlamadım. Karşılıklı birbirimize gülümsedik ve yeni bir ilaç tedavisine başladık.

05 Ekim 2013

7 Soruluk Din Testi - Hangi Dindensiniz?

1- Tanrı var mı?
A) Allah yoksa bizi kim yarattı peki?
B) Yok mu?
C) Yani bence bu kadar şey tesadüf olamaz

2- Cennete kimler gidecek?
A) Sıralı tam liste yarın Zaman'da
B) Hacı dedem
C) Yolu sevgiden geçen herkes

3- Yeni tanıştığınız birine söyleyeceğiniz ilk şey?
A) Şirk koşuyor, küfre düşüyor, günaha giriyorsun güzel kardeşim
B) Sigara var mı?
C) Ben burcumun özelliklerini aynen taşıyorum biliyo musun?

4- Hayalinizdeki işi kapmak için ne yaparsınız?
A) Abilere, sohbetlere karışırım, hizmeti aksatmam. Sonra iş nasılsa hazır
B) Araya adam sokarım
C) Evrene mesaj yollarım, enerji salarım

5- Kuantum?
A) Bu zaten Kuran'da yazıyo
B) Abi yapma ben sözelciyim
C) İnsanın bi şeyi çok isteyince olmasını sağlayan, maddeye kafamıza göre yön verdirten, hakkında tek bir satır bile okumadığım, hadron çarpıştırıcısı mamulü şahane bi şey

6- Mevlana?
A) Bir Allah dostu, ilimli, nur yüzlü bir zat
B) Etli ekmek?
C) Mesnevi adlı özlü sözler kitabının yazarı, best seller

7- Düşüncelerinizin dayanağı, ilham kaynağınız nedir?
A) Hocaefendi
B) Acun Ilıcalı
C) Akü (Pozitif enerji yayıyor, beni iyi hissettiriyor)

Sonuçlar:
A'lar çoğunluktaysa: FEM Dershanesi çalışanı
B'ler çoğunluktaysa: Bilinçsiz gizli ateist
C'ler çoğunluktaysa: Ay ben öyle şeylere çok inanırım dini üyesisiniz, tebrik ederiz.

02 Ekim 2013

Dört Bacaklılar

Evin her yerinde sehpa var. Sehpalardan arta kalan boşluklarda yaşam mücadelesi veriyoruz ailecek. İşin kötüsü o sehpaları bizzat biz getirip koyduk oralara ve şu an anayasanın değişmez maddeleri gibi kendilerinden emin, kafalarına göre takılıyorlar. evin kaç metrekare olduğunun bir anlamı da kalmadı artık. Çünkü ne kadar geniş bir eve geçersek geçelim, eninde sonunda sehpalar evi işgal ediyor ve yine 30 m2'lik boş bir alan kalıyor.

Sehpalar çeşit çeşit... En babaları en ortada duruyor. Leke yapmasın diye üzerine su içtiğimiz bardağı bile koyamıyoruz, bu ne lan? Sehpa kendini iyice kabinenin gedikli devlet bakanı gibi hissetmeye başladı. Bir sehpanın götü bu kadar kaldırılır mı? Koy gitsin bardağı üzerine, eşşek gibi duracak orda o. Ayrıca onun üzerinde duran örtüye de gıcığım, ona da laf söyleyemiyoruz arkadaş. Sehpanın makam şoförü gibi, koruma müdürü gibi, bir havalar bir havalar. Ayağımı sehpaya uzatınca kayıp yere düşen bir şey değil misin sen oğlum, bu ne artistlik? 

Zigon sehpa ayrı bir çeşit. İç içe geçmiş dörtlü takılıyorlar. Üzerinde kesinlikle hiç bir fonksiyonu bulunmayan bir şekerlik var. Bunu hepimiz biliyoruz, çünkü son 20 senedir eve giren bayram şekeri, çikolata vs zaten şekerliğe girme fırsatı bulamadan tüketiliyor, buna rağmen yeri sabit. Ama mesela bir romana bu kadar kıymet verilmiyor. Garibim, bazen koltuğun üzerinde, bazen televizyonun yanında, bazen yerde, oradan oraya dolaşa dolaşa sığınacak bir liman arıyor. Yani düşün sen ömrünün bir kaç yılını verip bir roman yazıyorsun, düşün ki sen Tolstoy falansın yani, yazdığın kitap bir sürü kişinin hayatını etkileyebilecek güce sahip ama sehpanın üzerinde duran şekerlik kadar kıymeti yok. Şekerlik, torpille, hemşericilikle, pis siyasetle makam edinmiş bir karayolları bölge müdürü kadar paralı bir kifayetsiz muhterisken, roman, orta halli bir ailenin üniversite bitirmiş zeki fakat işsiz oğlu gibi duruyor. Şerefsizler resmen gelir dağılımındaki adaletsizliğin somut göstergesi gibiler.

Geri kalan sehpaların kimi tamamen boş duruyor. İçlerinde yıllardır hiç bir şekilde kullanılmamış olanları var. Ama bir şekilde alınıp evde kendilerine dikilecek bir yer ayarladıkları için dokunulmazlık hakkı kazanıyorlar ve artık elden yapacak bir şey gelmiyor. Hele bazıları öyle stratejik noktaları ele geçirmiş ki, balkon kapısının tam olarak açılmasına engel oluyor ya da evde yürürken birden bacağını uzatıp ayak serçe parmağıma çarpıyor, bunu bilerek yapıyor.


Nedir bizi bunca sehpa almaya iten? Neden bu kadar çekiniyoruz bu sehpalardan? Geniş geniş yaşamak bizim de hakkımız değil mi? Herkes evindeki fazla sehpaları atsa muhtemelen İç Anadolu Bölgesi kadar yer kazanacağız. Ama neden bunu yapamıyoruz, anlamıyorum.


29 Eylül 2013

ORGANİK KÖY YUMURTASI

Belediye otobüsünün durakta duracağı noktayı %98 isabetle tahmin ettiğim gün profesyonel bir kentli olduğumu anladım. Tam bir kentliye yaraşır şekilde öncelikle toplu ulaşım araçlarını kullanmayı tercih ediyordum. Durakta beklerken de otobüs karşıdan göründüğünde, otobüsün t anındaki hızı, yavaşlama ivmesi, duraktaki bekleyen sayısı ve trafik yoğunluğunu tek potada eritecek muhteşem bir analiz yapıyor ve tak diye otobüsün ön kapısının denk geleceği yeri belirleyip orada mevzileniyordum. Otobüste de melankolik bir roman karakteri rolüne bürünüyor ve sıradan insanları gözlemleyerek tespitlerde bulunuyordum. Mesela kimi teyzeleri ineceği durağa yaklaştıkça bir telaş kaplıyor, bir an önce kapıya ulaşmak için kapı önündeki kalabalığa, defansın arasına dalan Messi gibi dalıyor ve kapıya ulaşıncaya kadar kendinden beklenmeyen bir performans sergiliyordu. Genç erkekler otobüsteki güzel kızları, güzel kızlar da boşalması muhtemel koltukları kesiyordu. Ön taraflar sıkışıkken, arka taraflar yer yer boşluk içeriyor ve bu homojen olmayan yolcu dağılımı otobüse binemeyip durakta kalanlar tarafından esefle karşılanıyordu. Otobüs şoförü ise tüm bunlardan habersiz, herkesin ilk durakta binip son durakta indiği, sol şeritten yaldır yaldır gidilen ütopik bir seferin hayalini kurmaktaydı. Şu küçücük otobüsü sanki yolcular değil de, hayaller, ihtiraslar, ufak hesaplar ve büyük dramlar doldurmuştu. Saat akşamın yedisiydi ve ben yine kalabalık içindeki yalnız ve tırt adam edasıyla saçma saçma tespitler yapıyordum ama bu toplu taşıma işini tamamen çözmüştüm.

Çalıştığım yerde de tam bir kentli gibiydim. Her modern insan gibi 15 gün tatil yapmak için 350 gün çalışıyordum. Yılda bir kere koparabildiğim Cuma iznini haftasonuyla birleştirip adına “long weekend” diyor, bu 3 günlük tatili 3 ay boyunca anlatıyordum. Yanımdaki arkadaşım benden 10 lira fazla kazansa gama kedere bürünüyor, müdür içeri gelince interneti kapatıp Excel’i açıyordum. Geleceğe yönelik hedefim yöneticilik kademelerine ulaşıp daha pahalı otellerde tatil yapmak ve lüks sitelere taşınmaktı. Her ihtimale karşın iş bulma sitelerindeki CV’m aktif durumdaydı ve gelecek tekliflere açıktım. Her modern insan gibi patronu görünce, bekçi düdüğü duymuş hırsız gibi tedirgin oluyor, ters bir şey söyleyecek diye ömrümden ömür eksiltiyordum.
Alışveriş yaparken alacağım şeyin ambalajını iyice inceliyor, son kullanma tarihiydi, kalori miktarıydı, katkı maddesiydi teker teker okuyor ve ancak ondan sonra satın alabiliyordum. Organik yiyip, sağlıklı besleneyim diye yamuk yumuk patateslere parayı basıyor, tuzdan ve şekerden ölesiye kaçıyordum. Ancak her nasıl oluyorsa dönem dönem kilo alıyor, bu sefer de en fazla 1 hafta gidebildiğim spor salonlarına 6 aylık üyelik paraları bayılıyordum. Ancak fit bir vücuda sahip olabilmek için bunları yapmak şarttı. Yoksa kadınları etkilemek çok zor olurdu.

Peki her şey bu kadar yolundayken beni huzursuz eden şey neydi? Tabii ki de bir türlü yoluna koyamadığım ilişkim. Henüz 6 aydır beraber olmamıza rağmen beş yıl yetecek kadar kavga etmiştik. Aramızdaki farklılık kadın ve erkek olmanın doğal farklılığın da ötesinde sanki ayrı birer canlı türü gibiydik. O bir ebabil kuşu bense buzul çağında dünyaya çarpan bir göktaşından gelen bakteri gibiydim. Birbirimizle hiç alakamız yoktu. En son kavgamızı, ilişkimizin 25. zafer haftasını unutmam nedeniyle yaptık. O benim nasıl böyle bir duygusuzluk yapabildiğimi, içinde büyümemiş bir çocuk taşıyan hassas ruhlu bu kadını nasıl üzebildiğimi söylediğinde karşılık olarak “Yav içindeki çocuk bile evlendi, ev bark sahibi oldu, 35 yaşına geldin olgunlaş artık” deyince ipler tamamen koptu. Kadın ruhundan anlamayan öküz damgamı da yiyip eve gittim. Ya bende bir sorun vardı ya da arkadaşlarımın sık sık dile getirdiği gibi, en iyisi köyden bir kız bulup evlenmekti. Kafa rahat mis gibi geçinip giderdik. Hatta bir de köye yerleşirsem tam olurdu. Organik beslenmeyse kralı zaten orda, icap ederse sütü direk ineğin memesinden bile içebilirdim. Kariyer denen şey de kapitalizmin insanları köleliğe razı edebilmek için uydurduğu bir masal değil miydi hem? Ayrıca istesem köy muhtarlığına doğru uzanan bir kariyer yapma fırsatım da yok değildi. Zaten etrafımdaki herkesin emekliliğinde bir Ege köyüne yerleşme hayalleri vardı.  Böyle bir şey için neden emekliliği beklemek gerekirdi ki? Bütün akşam kendime bu soruları sorup durdum. Kendi kendime bunca soru sorduktan sonra gaza gelmem imkânsızdı. Gazın etkisi geçmeden hemen harekete geçmeliydim. O gün sabahı zor ettim.

 Hem köye yerleşerek hayatımı kurtaracak, hem de işyerindeki kıl kaptığım tiplerden intikam alacak bir fırsat yaratmıştım kendime. İşe yarım saat geç geldim. Gözlerimin içine bakıp “Hayırdır, gece beşik mi salladın?” diye soran şefe “Senin yapacağın espirinin son kullanma tarihini geçireyim emi, insanlık hali ulan geç kaldık işte” diye cevap verdim ve poğaçamı yemeye başladım. Sanırım şirket tarihinde ilk kez birisi ofiste kahvaltı yapma cesaretini göstermişti. Bütün gözler benim üzerimdeydi. Hiçbiri konuşmuyordu ama altyazılarını okuyabiliyordum. Lanet olsun dostum, delirmiş olmalı bu diyorlardı. Ama neden İngilizce’ye dublaj yapar gibi konuştuklarını anlamadım. Gerçekten delirmiş olacağımı düşünmüş olmalılar ki hiç bulaşmadılar. Bir süre sonra müdür geldi ve sinirli bir şekilde dün akşam yetiştirdiğim raporlardaki ufak hataları saymaya başladı. Sakince dinleyip, “Ulan verimsiz herif, ulan zaman yönetiminden anlamayan herif, gelip bana bağıracağına iki dakika uğraşıp düzelteydin ya, eline mi yapışırdı?” dedim. Şok olmuş, sararmıştı. Bir süre kıpırdamadan öylece bekledi. “Noldu yavrum? Kırkağaç’taki kavun heykeli gibi kala kaldın öyle” diye devam ettim. Dişlerinin arasından fısıldayarak “Çabuk insan kaynakları departmanına git, çıkışını yapsınlar” dedi. Hiç altta kalmadım ,“Ne insanı, ne kaynağı? Bir tane insan evladı var mı ki bu şirkette kaynağı olsun gebeş?” diye kükredim. Artık öyle bir noktaya gelmiştim ki gazın etkisi geçse de sorun olmazdı çünkü ipleri tamamen koparmıştım. Hatta ipinden kurtulmuş kurbanlık danaya dönmüştüm. Kimse beni zaptedemiyordu. Ağız tadıyla bi poğaça yedirmediniz deyip, kalan poğaçayı ısıra ısıra ofisten çıktım.

Üzerimden büyük bir yük kalkmış, kuş gibi hafiflemiştim. Ayaklarım tekrar yere basmaya başlayınca oturup adam akıllı bi hesap yaptım ve acı gerçekle karşılaştım. Bütün malvarlığımı ortaya döksem bile Ege kıyılarında bir köy evi alamıyordum. Zaten evlerin yarısını pansiyona çevirmişlerdi, kalanlar da çok pahalıydı. Eşşek kadar adam olmama rağmen, kazandığım tüm parayı kılık, kıyafet, parfüm, ıvır ve zıvıra harcadığım için pek bir şey biriktirememiştim. Eldeki para ancak Afyon kırsalında bir köy evi almama yetiyordu. Sonuçta orası da Ege Bölgesi’nin içinde kalıyor deyip gözümü kararttım. Ertesi hafta eşyaları yüklediğim kamyonun içinde Afyon’a doğru yol almaya başladım. Gece eşyaları toparlamış, sabah kamyona yüklemiştim, haliyle çok yorgundum. Geceden devreden uykuyu kamyonda tamamladım.

Yerel bir radyonun reklam kuşağıyla uyandığımda neredeyse akşam olmak üzereydi. Radyodaki reklamın senaryosunun, reklamı veren esnafın liseye giden oğlunun elinden çıktığı ve yine bizzat esnafın kontrolünden geçtiği çok barizdi:

-Hey Nurten! Hayırdır nereye koşuyorsun böyle?
-Nereye olacak Cengiz, tabii ki de Hasgül Mobilya’ya. Yoksa sen Hasgül Mobilya’daki büyük kampanyayı duymadın mı?
-Yoo duymadım.
-Duy Cengiz duy. Şimdi Hasgül Mobilya’da tüm koltuk takımları %50 indirimli, üstelik cazip ödeme fırsatları da cabası. Hasgül Mobilya Sandıklı’da, belediye binasının hemen karşısında. Telefon 415 78 78, 415 78 78.
-Haklısın Nurten, bu fırsat kaçmaz. Haydi beraber koşalım öyleyse.

Taşrayı yavaş yavaş hissetmeye başlamıştım ama yerleşeceğim köyde yeni bir hayat tarzı üretecek ve şehirdeki hayatımı unutacaktım.
Yerleştiğim köyü yalnızca köy derneğinin sitesindeki fotoğraflardan görüp seçmiştim. Aldığım evin eski sahipleri de tam aksine şehre göç eden bir aileydi ve benim buraya yerleşmeme oldukça şaşırmışlardı. Kesin kendi aralarında benim kafayı yemiş bir meczup olduğumdan bile bahsetmişlerdir. Ama gittikleri yerde salatalık diye hormonlu lastiği dişlemeye çalışınca anlayacaklar kimin meczup olduğunu.

İlk günlerim köyü gezerek geçti. Köy pek fotoğraflardaki gibi değildi, hatta bir tane tekel bayi bile vardı.  Ancak votka almak istediğimde çok pis terslendim. “İçki satmıyoz sadece cığara var” uyarısı benim şu an orta Anadolu’da bir yerlerde olduğumu hatırlattı. Sigara içmediğim için dükkandan çıkarken dükkanın tam karşısındaki evin penceresinde güzel bir kız dikkatimi çekti ama ufak bir bakış atmaktan öteye gidemedim. Zira zaten yabancı sıfatının üzerimde olduğu bu ilk günlerde, köy halkı için hala tehlike arz eden bir adam olduğumdan, kıza verdiğim masum bir selam bile köyün gençleri tarafından tarihi bir dayak yememe neden olabilirdi.  Sonuçta köyün namusu her şeyin önündeydi. Köyde hala yabancı gibi dolaşmamın nedeni ise köylülerle doğrudan organik tarım muhabbetine girmemdi. “Biz organik yemeyoz yiğenim, sucuk var kaymak var onları yeyoz, burası Afyon” demişlerdi. Israrlarım hiçbir şekilde sonuç vermeyince bir süre eve kapandım. Köyün sessizliğinin içinde kaybolup kendimi kitaplara vermek de iyi bir fikirdi. Ancak köyün gençleri gündüz motosikletle köy yolunda hız rekorları kırıyor, akşam evlenip düğün yapıyor, geceye doğru da silah sıkarak bu mutlu günü kutluyorlardı. Köyün gençlerinin bitmek bilmeyen bir ergenlik dönemi vardı ve bu dönem çok gürültülü geçiyordu. Hem hayal ettiğim hiçbir şeyi yapamıyordum hem de tekel bayinin karşısındaki evde oturan kıza olan ilgim gün be gün artıyordu. Sırf onu görürüm diye sigara alma bahanesiyle tekel bayiye gide gele sigaraya başladım. Sağlıklı yaşam hayalleri kurarken geldiğim bu nokta oldukça trajikti. Köyde kimseyle muhabbet kuramıyordum. Ara sıra kahveye geldiğimde birden muhabbet kesiliyor ve bütün gözler kısa bir süre bana bakıyordu. Maça papazı ve okey taşı görmekten yorgun düşmüş bu gözler için benim kahveye gelişlerim bir molaydı ama kimse benimle konuşmuyordu. Benle ilgili tüm konuşmaların benim arkamdan yapıldığından şüpheleniyordum. Belki de benim için karı gibi adam bile diyorlardı. Hepsi neyse de eğer bunu diyorlarsa hiç şansım yoktu çünkü o kıza karşı saplantılı bir aşk hissetmeye başlamıştım. Melankoli ile paranoya arasında gidip gelen bu ruh hali beni iyice bitirmişti.

O akşam yine bir düğün vardı. Bir kordona dizilmiş 60’lık ampüllerin aydınlattığı köy meydanından yükselen davul zurna seslerine zaman zaman silah sesleri karışıyordu yine. En azından bir düğün izlerim diye ben de meydana gittim. Halay çekmeyi zaten bilmiyordum, gidip bir sandalyeye oturdum. Meydan erkeklerle ve yaşlı ninelerle doluydu. Köyün diğer kadınları sanırım ayrı bir yerde gelini ağlatmakla meşguldü. Derken gelin çıka geldi. Kalabalığın arasından belli belirsiz yüzünü gördüğümde aklım fikrim uçtu gitti. Eğer o an ayakta olsaydım muhtemelen boş çuval gibi olduğum yere yığılırdım. Meğer onca şatafat sevdiğimi ellere gelin etmek içinmiş. Gözlerim sabit bir noktaya boş boş bakarken birden biri kolumdan çekip zorla halaya sokmaya çalıştı. Abicim ben bilmiyorum halayı yapmayın etmeyin desem de zorla bir yarım tur dönüp çıktım. Eve dönünce köydeki tek anlamlı faaliyetimi gerçekleştirdim ve bir türkü yazdım. Biliyorum sevdiceğim sen bu türküyü benim yazdığımı bilmeyeceksin bile, ama ben senin için anonim kalmaya razıyım. Yeter ki sen mutlu ol.

Evlerinin önü tekel bayi
Tekel bayi satar malborayı
Sevdiceğim ellere gelin etmişler
Sanırım ufaktan sıyırıyorum kafayı

Düğününe beni çağır sevgilim
İstersen halaybaşın olurum senin
Bu enerjik kim diye soran olursa
Erkek tarafındandır dersin sevgilim

Şu an tekrar şehre dönme planları yapıyorum ama önce tarım ve hayvancılıkla uğraşıp biraz birikim yapmam gerekiyor. Galiba buraya hiç gelmemem gerekiyordu. Ben ettim siz etmeyin.


26 Eylül 2013

beybi feys

demek sonunda evlendin sevgilim
pardon, eski sevgilim
şimdi yanlış anlaşılma olmasın
kocanla başım belaya girmesin
ama sonuçta bir dönem beraberdik yani
inkar etmek faydasız
aynen evlenmiş olduğunu inkar etmek gibi

ben evlendiğini ne arkadaşlardan
ne konu komşudan
ne de elime ulaşan düğün davetiyenden öğrendim
ben evlendiğini sosyal medyadan
facebook'ta paylaştığın
stüdyoda çekilmiş düğün fotoğrafınızdan öğrendim

fotoğrafçının talimatlarıyla poz vermiştiniz
yüzünüzde yapay bir gülümseme vardı
azcık dik dur komutunu alan damat
oklava yutmuş yılan gibi gergindi
belli ki seçene kadar gelinliğini
elli dükkan dolaşmıştın
yine de aldığından tam tatmin olmamış
terzide orasını burasını yaptırmıştın
ve maalesef ex aşkım gelinliğin baya normal beyaz bir gelinlikti işte
enayi gibi dolaşmıştın o kadar dükkanı
işte o gelinliği göstereceğim diye damadı arkaya atmıştın
zavallı damat arka fondaki
kayalardan aşağı süzülen şelalenin içinde kaybolup gitmişti
ama en fenası da neydi biliyor musun bebeyim
fotoğrafçının hoyratça kullandığı photoshop müdahaleleri
yüzünüzü cillop gibi yapmıştı
suratınız adeta cilalanmış ahşap gibi
yeni dökülmüş asfalt gibi pürüzsüzdü
ikiniz de cillop gibi parlıyordunuz
damadın sabah kesilse öğlen çıkacak potansiyele sahip sakalları
sanki ameliyatla alınmış gibiydi
damat bu haliyle traş bıçağı reklamında oynayan
avrupalı köse erkeklerin yerini alabilirdi

herşey bir yana o kaymak suratlarınız bir yanaydı
bir an o fotoğrafta belki ben de olabilirim diye düşündüm
inanır mısın beybi feysim kalbim tekledi, kanım çekildi
mouse tutan ellerim titredi, yanlışlıkla sağ tıkladım
böyle bir fotoğrafta etiketlendiğimi düşünmek bile
canımdan can aldı gerildim

işte ben evlendiğinizi ne arkadaştan ne komşudan
facebook'ta paylaşılmış
100 beğeni 38 yorum almış
köşesinde foto remzi yazan
o fotoğraftan öğrendim

24 Eylül 2013

SON ZAMAN BÜKÜCÜ

Dünyanın en zengin alet edevat birikimi sanırım babamın elinde. Her türlü çivi, hoparlör, motor, musluk başı, contadan oluşan büyük bir koleksiyona sahip. Kilere, balkona ve çatıya depoladığı malzemeler o kadar fazlaydı ki ileride işi büyütüp evimizi yapı markete çevirmesinden korkuyordum; ama daha fenası geldi başımıza. Teknoloji belgesellerinden kazandığı birikim babamın ellerinde tehlikeli bir silaha dönüştü ve geçen hafta zamanı bükebilen bir alet yaptı. Alet geçmişte herhangi bir noktaya gidebiliyor, enerjisini kendi üretiyor… Kaskosu da yapıldı, trafiğe çıkmaya hazır hale geldi. *** Ailecek geçmişe yolculuk yapıp duruyoruz. Şu an bu satırları size İkinci Meşrutiyet döneminden yazıyorum. Makinenin siftahını babamın ölen dayısına giderek yaptık ama çok kalmadık. Babam iki hafta sonra ölecek dayısına “Maşaallah dayı, çok iyi gördüm seni.” falan dedi. Babama, “Zamanı büktük, istediğimiz döneme gidebiliyoruz, neden hala akraba ziyareti yapıyoruz?” diye sordum; bu sefer de aldı Galatasaray – Hertha Berlin maçına götürdü bizi. Elektrik kesildiği için izleyemediğimiz son golü de canlı olarak izledikten sonra ne yapacağımızı bilemez bir şekilde bir süre Antik Yunan’da bekledik. O sıralar herkes aman farklı bir noktadan bakayım da yeni bir felsefi akım geliştireyim diye uğraştığı için kimse bizi fark etmedi. Bir ara Diyojen, “La oğlum tepemde ne dikiliyonuz, güneşi kesmesenize!” dedi. “Abi senin şu an Sinop’ta olman gerekmiyor mu, yanlış mı biliyoruz yoksa?” dedik, “Gölgeden kaça kaça buraya kadar geldim.” dedi. Daha sonra da tarhana çorbasının bulunduğu döneme gitmeye karar verdik. Bildiğiniz gibi tarhana çorbası, un, domates, kırmızı biber, tarhana otu gibi çok sayıda ilgisiz malzemenin bir araya getirilip çeşitli işlemlerden geçirilmesiyle ortaya çıkan fantastik bir nimettir. Dolayısıyla bunu yapmayı akıl eden teyzeyle tanışma fikri bizi bayağı heyecanlandırdı. Teyze, annemle konuşup bazı değişik tarifler verdi ve ayrıca mantıyı bulan diğer bir teyzeyle tanıştırdı. Bir ara babam yanına yaklaşıp, “Ben de zamanı büken makine yaptım.” dedi ama ciddiye almadık; çünkü tarhana çorbası gibi bir mucizenin yanında zaman makinesinin lafı dahi edilemez. Babamınki de patavatsızlık canım! Oradan ayrılmadan önce teyzeye dönüp, “Eğer Antik Yunan’da yaşıyor olsaydın, etkisi binlerce yıl sürecek bir felsefe akımı başlatabilirdin biliyor musun?” dedim, bir şey anlamadı. Tarhanadan sonra ani bir kararla soluğu Etna Devleti’nde aldık. Anadolu beylikleri dönemi olmasa adı dahi anılmayacak olan bu ülkede ne olup bittiğini hep merak etmişimdir. Ancak devletin girişindeki “Şirin ilimiz, yiğitler diyarı Sivas’a hoş geldiniz” yazısını görünce birden hevesim kaçtı. Hala mı aynı muhabbet ya, diye geçirdim içimden ama birden geçmişte olduğumu hatırladım. Haa demek ki bu işin kökleri buraya kadar dayanıyor, dedim. Devlet başkanıyla yaptığımız görüşmede ise neden tarihe hiçbir iz bırakamadıklarını anladım. Devlet olarak ne bilimde ne de sanatta bir ilerleme gösterebilmişler; yalnızca soyadı kanunu çıkarmışlar ama o çağda bi boka yaramadığı için vazgeçmişler. *** Bir ara annem, Hürrem Sultan dönemine gitmek istedi. Dizinin sezon finalini yerinde izlemek istemiş; ama kelleler gidebilir korkusuyla vazgeçtik. Onun yerine 19. Yüzyıl Rusya’sına gidip Dostoyevski’yi bulduk; o kalın kalın romanlarını daha hızlı yazabilsin diye kendisine bir laptop armağan edip, yeni bir word sayfası açıp ayrıldık. Bir süre sonra geri döndüğümüzde tek bir cümle dahi yazılmamış halde bulduk. “Abi bu program her cümleme ‘çok uzun cümle’ uyarısı verip altını yeşile boyuyor. Kısa cümleler kurmaya çalıştım ama koskoca Suç ve Ceza romanım Cin Ali’nin Topacı kıvamına geldi, götürün bunu gözüm görmesin!” dedi. Dünya edebiyatına daha fazla zarar vermemek adına bilgisayarı da alıp, görüşlerinden faydalanmak amacıyla Budizm’in doğduğu döneme gidip yaşlı bir rahip bulduk. Rahip, bilge bir edayla “Gençlik…” diye söze başladı: “Gençlikte hiç saygı kalmamış yeğenim, bizim zamanımızda saygı vardı, büyüğe hürmet vardı, çalışmak vardı. Şimdinin gençleri tapınağa geliyor, hocam benim üçüncü gözümü aç diyor, yarım saat baltayla odun kestiriyorum hemen surat yapıyor. Biz hocalarımızın yanında saygıdan bağdaş kuramazdık, hocam ölene kadar gelinlik kız gibi dizimi kırıp oturdum ben. Bi de şimdikilere bak. Peeeey, Budizm öldü öldüüü, dünyanın sonu yakındır.” diyerek kızgın bir halde sözlerini tamamladı. Biz de “He emmi, haklısın emmi,” deyip uzaklaştık; zira iki bin beş yüz yıllık esir muhabbetine katlanacak durumda değildik. Daha sonra tarihi bir belirsizliği ortadan kaldırmak amacıyla Homeros’un yanına doğru zamanı büktük. Kendisi tam da İlyada’yı bitirmiş, son düzeltmeleri yapmaktaydı. Yanına yaklaşıp, “Abi sen tam olarak nerelisin? Kimi diyor İzmirli, kimi diyor has be has Yunan çocuğu, kütük nerede tam olarak?” dedim. “Karışık” dedi. “Ana tarafım Girit göçmeni, babam Malatyalı. Dedem de Malatya’ya Kars’tan göçmüş ama ben İzmirliyim.” dedi. Ancak biz babasının memleketi esas olduğu için, “Sen Malatyalısın.” deyip gittik. Biraz daha geriye gidip piramitlerin yapıldığı dönemi bulduk. Ortalıkta hiç öyle uzaylı falan yoktu. Firavun piramit yapım işini ihaleyle bir müteahhide vermiş, yanında mühendisle beraber şantiyeyi geziyordu. Yapım işi sanırım biraz gecikmişti, firavun ustabaşına çıkışıyordu: “Hak edişleri gününü sektirmeden almasını biliyosunuz ama işe gelince yaymış bekliyosunuz. Taş dediniz taş, köle dediniz köle, bi tek para dediniz onu anlamadık ama yerine çuval çuval bulgur verdik, karşılığını göremedik, ne zaman bitecek bu iş, böyle giderse yetiştiremeyeceksiniz!” diyordu. Usulca firavunun yanına sokulup, “Abi kusura bakma ama M.Ö. 2500 yılındayız, neyi nereye yetiştiremeyeceksiniz, aceleniz ne anlamadım.” demiş bulundum. Daha sonra herifin yaşadığı bir anlık şoktan faydalanıp araca attık kendimizi. Sonuçta adam Firavun, Musa peygamberi kovalamış adam, bizi mi pas geçecek? Düşün ki Musa, denizi yardığı halde, bu adam bu denizi nasıl yardı arkadaş, diye sorgulamayıp peşine takılmış atarlı dedeleri var, dikkat etmek lazım. *** Tarihin önemli anlarında yeterince oyalandıktan sonra kişisel tarihimizi incelemek istedik. 1969 yılına ait bir günde henüz ilkokula giden babam, neden ödevini yapmadın diyen öğretmenine hesap verirken: “Örtmenim valla ödevimi yaptım ben ama kardeşim defterimi yırtmış. Artık nasıl bir his varsa kendinde, gitmiş ödev yaptığım sayfayı bulup yırtmış, sonra da çakmakla yakıp küllerini göğe savurmuş, geri de dönüştüremedik ödevi, öylece kalakaldım.” diyerek dokuz yaşındaki bir çocuğa göre gayet başarılı palavralar sıkıyordu. Bu ızdırap dolu dakikaların gerisini izlemek istemediğimiz için dümeni annemin evlenmeden önceki yıllarına çevirdik. Babam kıskançlıktan olsa gerek, o dönemi ayrıntıyla incelemek istiyordu ama annem itiraz etti, babam çıkıştı, ben arada kaldım derken makineyi bu işler için kullanmayı bıraktık. Şu an aracı sadece ekmek almaya gitmek için kullanıyoruz. Bakkala gitmek zor geldiği için hemen beş dakika öncesinin mahalle bakkalına gidip geliyorum. Zamandan kazandığımız için sofrada ekmek beklemek gibi durumlar da olmuyor. Bir de tabii, babamdan habersiz geceleri tek başıma oraya buraya gidiyorum. Başta da dediğim gibi şu an İkinci Meşrutiyet dönemindeyim. Koskoca imparatorluk batmak üzere ama kimse olayların farkında değil, herkeste bir fes modasıdır almış yürümüş. Okuma yazma oranı çok düşük, iki satır yazı yazdım diye az önce Jön Türk olma teklifi aldım. Tarihin akışına müdahale edip kendi geleceğimi belirsizliğe sürüklemek istemiyorum. Babam uyanmadan eve dönsem iyi olacak.

22 Eylül 2013

Sonbahar Geldi

Yaz sıcağının, gökte parıldayan güneşin, kumsalın, denizin taamnakoyayım. Bütün gün parmak arasına giren kumları temizlemeye çalışarak geçen tatil mi olur lan? Lokantaya girince ilk iş menü yerine klimanın çalışıp çalışmadığına bakan bir insanın günü ne kadar güzel geçebilir? Evdeki tüm kapı ve pencereleri açıp asker yolu gözler gibi rüzgarın gelmesini bekleyen atletli bir kişi hayattan ne kadar umutlu olabilir? Banyo yaparken bile terleyen bünye kendini ne kadar arınmış hissedebilir. Öpmeyeyim güzelim ter içinde kaldım deyip sadece el sıkmakla yetinilen bir ortamda samimiyet nasıl var olabilir? İşte sonbahar bütün bu pespayeliğin üzerine adeta bir balyoz gibi indirdi yumruğunu. Hayat var ulan dışarda. İşi gücü olan insan var. Su birikintisinin üstünden atlayan kumaş pantolon giymiş adam var. Otobüs duraklarında metrekareye, 6 adet yağmurdan kaçan insan düşüyor. İşte o durakta bencil insanın kendi etrafında oluşturduğu göt kadar özel alanın hiç bir anlamı kalmıyor. İnsan insana yaklaşıyor, kardeşlik tavan yapıyor, dünya barışına emin adımlarla yaklaşılıyor. Vücuda çapraz asılan o minik çantalar, sayısız cebe sahip montların sayesinde bir bir ortadan kayboluyor. Mont geliyor ulan mont. Üşüyünce giyilen, sıcaklayınca çıkarılan portatif mont geldi. O şortlu pezevenkler nerede şimdi? Ayağında terlik şıpıdı şıpıdı dolaşan kendini bilmezler nerede? Bronzlaşıcam diye Kolombiyalı uyuşturucu kaçakçısına dönmüş sakallı at hırsızları nereye kaçtı? Eminim şimdi hepsi odalarına çekilmiş, hasır şapkalarına bakıp bakıp ağlıyodur. Beter ol şortlu it, beter ol parmak arası terlikli it. İnsanlığın umudu, püfür püfür esen havanın evlatları, gelin hepinize şöyle bi sarılıp serin yanaklarınızdan öpeyim. Sonbahar geldi.