24 Eylül 2013

SON ZAMAN BÜKÜCÜ

Dünyanın en zengin alet edevat birikimi sanırım babamın elinde. Her türlü çivi, hoparlör, motor, musluk başı, contadan oluşan büyük bir koleksiyona sahip. Kilere, balkona ve çatıya depoladığı malzemeler o kadar fazlaydı ki ileride işi büyütüp evimizi yapı markete çevirmesinden korkuyordum; ama daha fenası geldi başımıza. Teknoloji belgesellerinden kazandığı birikim babamın ellerinde tehlikeli bir silaha dönüştü ve geçen hafta zamanı bükebilen bir alet yaptı. Alet geçmişte herhangi bir noktaya gidebiliyor, enerjisini kendi üretiyor… Kaskosu da yapıldı, trafiğe çıkmaya hazır hale geldi. *** Ailecek geçmişe yolculuk yapıp duruyoruz. Şu an bu satırları size İkinci Meşrutiyet döneminden yazıyorum. Makinenin siftahını babamın ölen dayısına giderek yaptık ama çok kalmadık. Babam iki hafta sonra ölecek dayısına “Maşaallah dayı, çok iyi gördüm seni.” falan dedi. Babama, “Zamanı büktük, istediğimiz döneme gidebiliyoruz, neden hala akraba ziyareti yapıyoruz?” diye sordum; bu sefer de aldı Galatasaray – Hertha Berlin maçına götürdü bizi. Elektrik kesildiği için izleyemediğimiz son golü de canlı olarak izledikten sonra ne yapacağımızı bilemez bir şekilde bir süre Antik Yunan’da bekledik. O sıralar herkes aman farklı bir noktadan bakayım da yeni bir felsefi akım geliştireyim diye uğraştığı için kimse bizi fark etmedi. Bir ara Diyojen, “La oğlum tepemde ne dikiliyonuz, güneşi kesmesenize!” dedi. “Abi senin şu an Sinop’ta olman gerekmiyor mu, yanlış mı biliyoruz yoksa?” dedik, “Gölgeden kaça kaça buraya kadar geldim.” dedi. Daha sonra da tarhana çorbasının bulunduğu döneme gitmeye karar verdik. Bildiğiniz gibi tarhana çorbası, un, domates, kırmızı biber, tarhana otu gibi çok sayıda ilgisiz malzemenin bir araya getirilip çeşitli işlemlerden geçirilmesiyle ortaya çıkan fantastik bir nimettir. Dolayısıyla bunu yapmayı akıl eden teyzeyle tanışma fikri bizi bayağı heyecanlandırdı. Teyze, annemle konuşup bazı değişik tarifler verdi ve ayrıca mantıyı bulan diğer bir teyzeyle tanıştırdı. Bir ara babam yanına yaklaşıp, “Ben de zamanı büken makine yaptım.” dedi ama ciddiye almadık; çünkü tarhana çorbası gibi bir mucizenin yanında zaman makinesinin lafı dahi edilemez. Babamınki de patavatsızlık canım! Oradan ayrılmadan önce teyzeye dönüp, “Eğer Antik Yunan’da yaşıyor olsaydın, etkisi binlerce yıl sürecek bir felsefe akımı başlatabilirdin biliyor musun?” dedim, bir şey anlamadı. Tarhanadan sonra ani bir kararla soluğu Etna Devleti’nde aldık. Anadolu beylikleri dönemi olmasa adı dahi anılmayacak olan bu ülkede ne olup bittiğini hep merak etmişimdir. Ancak devletin girişindeki “Şirin ilimiz, yiğitler diyarı Sivas’a hoş geldiniz” yazısını görünce birden hevesim kaçtı. Hala mı aynı muhabbet ya, diye geçirdim içimden ama birden geçmişte olduğumu hatırladım. Haa demek ki bu işin kökleri buraya kadar dayanıyor, dedim. Devlet başkanıyla yaptığımız görüşmede ise neden tarihe hiçbir iz bırakamadıklarını anladım. Devlet olarak ne bilimde ne de sanatta bir ilerleme gösterebilmişler; yalnızca soyadı kanunu çıkarmışlar ama o çağda bi boka yaramadığı için vazgeçmişler. *** Bir ara annem, Hürrem Sultan dönemine gitmek istedi. Dizinin sezon finalini yerinde izlemek istemiş; ama kelleler gidebilir korkusuyla vazgeçtik. Onun yerine 19. Yüzyıl Rusya’sına gidip Dostoyevski’yi bulduk; o kalın kalın romanlarını daha hızlı yazabilsin diye kendisine bir laptop armağan edip, yeni bir word sayfası açıp ayrıldık. Bir süre sonra geri döndüğümüzde tek bir cümle dahi yazılmamış halde bulduk. “Abi bu program her cümleme ‘çok uzun cümle’ uyarısı verip altını yeşile boyuyor. Kısa cümleler kurmaya çalıştım ama koskoca Suç ve Ceza romanım Cin Ali’nin Topacı kıvamına geldi, götürün bunu gözüm görmesin!” dedi. Dünya edebiyatına daha fazla zarar vermemek adına bilgisayarı da alıp, görüşlerinden faydalanmak amacıyla Budizm’in doğduğu döneme gidip yaşlı bir rahip bulduk. Rahip, bilge bir edayla “Gençlik…” diye söze başladı: “Gençlikte hiç saygı kalmamış yeğenim, bizim zamanımızda saygı vardı, büyüğe hürmet vardı, çalışmak vardı. Şimdinin gençleri tapınağa geliyor, hocam benim üçüncü gözümü aç diyor, yarım saat baltayla odun kestiriyorum hemen surat yapıyor. Biz hocalarımızın yanında saygıdan bağdaş kuramazdık, hocam ölene kadar gelinlik kız gibi dizimi kırıp oturdum ben. Bi de şimdikilere bak. Peeeey, Budizm öldü öldüüü, dünyanın sonu yakındır.” diyerek kızgın bir halde sözlerini tamamladı. Biz de “He emmi, haklısın emmi,” deyip uzaklaştık; zira iki bin beş yüz yıllık esir muhabbetine katlanacak durumda değildik. Daha sonra tarihi bir belirsizliği ortadan kaldırmak amacıyla Homeros’un yanına doğru zamanı büktük. Kendisi tam da İlyada’yı bitirmiş, son düzeltmeleri yapmaktaydı. Yanına yaklaşıp, “Abi sen tam olarak nerelisin? Kimi diyor İzmirli, kimi diyor has be has Yunan çocuğu, kütük nerede tam olarak?” dedim. “Karışık” dedi. “Ana tarafım Girit göçmeni, babam Malatyalı. Dedem de Malatya’ya Kars’tan göçmüş ama ben İzmirliyim.” dedi. Ancak biz babasının memleketi esas olduğu için, “Sen Malatyalısın.” deyip gittik. Biraz daha geriye gidip piramitlerin yapıldığı dönemi bulduk. Ortalıkta hiç öyle uzaylı falan yoktu. Firavun piramit yapım işini ihaleyle bir müteahhide vermiş, yanında mühendisle beraber şantiyeyi geziyordu. Yapım işi sanırım biraz gecikmişti, firavun ustabaşına çıkışıyordu: “Hak edişleri gününü sektirmeden almasını biliyosunuz ama işe gelince yaymış bekliyosunuz. Taş dediniz taş, köle dediniz köle, bi tek para dediniz onu anlamadık ama yerine çuval çuval bulgur verdik, karşılığını göremedik, ne zaman bitecek bu iş, böyle giderse yetiştiremeyeceksiniz!” diyordu. Usulca firavunun yanına sokulup, “Abi kusura bakma ama M.Ö. 2500 yılındayız, neyi nereye yetiştiremeyeceksiniz, aceleniz ne anlamadım.” demiş bulundum. Daha sonra herifin yaşadığı bir anlık şoktan faydalanıp araca attık kendimizi. Sonuçta adam Firavun, Musa peygamberi kovalamış adam, bizi mi pas geçecek? Düşün ki Musa, denizi yardığı halde, bu adam bu denizi nasıl yardı arkadaş, diye sorgulamayıp peşine takılmış atarlı dedeleri var, dikkat etmek lazım. *** Tarihin önemli anlarında yeterince oyalandıktan sonra kişisel tarihimizi incelemek istedik. 1969 yılına ait bir günde henüz ilkokula giden babam, neden ödevini yapmadın diyen öğretmenine hesap verirken: “Örtmenim valla ödevimi yaptım ben ama kardeşim defterimi yırtmış. Artık nasıl bir his varsa kendinde, gitmiş ödev yaptığım sayfayı bulup yırtmış, sonra da çakmakla yakıp küllerini göğe savurmuş, geri de dönüştüremedik ödevi, öylece kalakaldım.” diyerek dokuz yaşındaki bir çocuğa göre gayet başarılı palavralar sıkıyordu. Bu ızdırap dolu dakikaların gerisini izlemek istemediğimiz için dümeni annemin evlenmeden önceki yıllarına çevirdik. Babam kıskançlıktan olsa gerek, o dönemi ayrıntıyla incelemek istiyordu ama annem itiraz etti, babam çıkıştı, ben arada kaldım derken makineyi bu işler için kullanmayı bıraktık. Şu an aracı sadece ekmek almaya gitmek için kullanıyoruz. Bakkala gitmek zor geldiği için hemen beş dakika öncesinin mahalle bakkalına gidip geliyorum. Zamandan kazandığımız için sofrada ekmek beklemek gibi durumlar da olmuyor. Bir de tabii, babamdan habersiz geceleri tek başıma oraya buraya gidiyorum. Başta da dediğim gibi şu an İkinci Meşrutiyet dönemindeyim. Koskoca imparatorluk batmak üzere ama kimse olayların farkında değil, herkeste bir fes modasıdır almış yürümüş. Okuma yazma oranı çok düşük, iki satır yazı yazdım diye az önce Jön Türk olma teklifi aldım. Tarihin akışına müdahale edip kendi geleceğimi belirsizliğe sürüklemek istemiyorum. Babam uyanmadan eve dönsem iyi olacak.

4 yorum:

  1. Vay arkadaş, çok iyi! Lakin görüyoruz ki zaman makinemiz olsa ondan da sıkılacağız eninde sonunda. İnsan nankör işte...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. kıymet bilmeyen ellerde ziyan olabiliyor demek ki

      Sil
  2. beklenilen kıvamdaki yazı gelmiş..
    ve az önce tarhana çorbası içtim. sanırım bu zaman bükücü geleceğe de gidebiliyor?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. tabi gidiyor. ayrıca çevre yolu üzerinden devlet hastanesinden de geçiyor.

      Sil