Acaba dışarıdan nasıl görünüyorum, hareketlerim ve
tavırlarım başkaları tarafından nasıl algılanıyor diye merak ettiğimden beri
kendime rastlıyorum. Kendime başkalarının gözünden bakabilmek neredeyse bir
saplantı oldu bende. Milleti de yoldan çevirip “Birader beni bir yarım saat
yürürken izler misin, acaba dışarıdan nasıl görünüyorum?” diye soramayacağım
için kendime tesadüf etme işi çok iyi oldu. Sokakta dolaşırken, eğlenirken,
otobüste, evde, her yerde kendime rastlıyorum, ama o bunun farkında değil.
Labirente koyduğu fareyi izleyen bilim adamı kadar rahatım kendimi izlerken.
Önce nasıl göründüğümü merak ettiğim hareketimi düşünüyor, sonra da kendime
rastlamayı bekliyorum. Kendimle deney yapıyorum desem yeridir. Deneyimin hem
araştırıcısı hem de kobayıyım.
Önceleri kendime sokakta yürürken rastladım. Uzaktan
görünce yürüyüşünü bir tanıdığa benzettim, görmezlikten gelip yürüyüp
gidecektim, ama giydiği tişört tanıdık gelmişti. Benim üniversite yıllarından
beri giydiğim on yıllık tişörtün aynısını giyiyordu. Güneşten rengi atmış,
siyahından eser kalmamış bu tişörtü nerede görsem tanırdım. O benim rekor
denememdi, acaba bir tişörtü en fazla kaç yıl giyebilirim diye merak ediyordum.
İlk aldığımda simsiyah olan tişörtüm şu aralar koyu gri olarak hizmet
vermekteydi. Piyasa değeri 10 TL civarındaydı ve aynısını şu an bir başkası
giyiyordu. O da aynen benim gibi giyimden fazla anlamadığından olsa gerek,
ayağına da mavi bir kot geçirmiş takılıyordu. Zaten kot ve tişört ikilisi
olmasaydı erkek milletinin işi çok zordu. Yoksa birbiriyle hiçbir ilgisi
olmayan şeyleri giyip maymun gibi dolaşırdık. Ben adamı böyle inceledikçe
yavaştan kanım ısınmaya başladı. Yalnız değilim diye düşündüm ve çaktırmadan
karşı kaldırımdan takip etmeye başladım. Vitrinlerin camlarından saçını kontrol ede ede giden, arada bir de civardan geçen kızları göz
ucuyla süzen gayet normal bir tipti. Bu süzme işini olabildiğince çaktırmadan
yapıp kıza mahcup olmamaya çalışıyordu.
Üç kişilik bir kız grubuna bile sadece bir saniye bakıp, kişisel
değerlendirmesini yapabiliyordu. Hatta bakışları o kadar belirsizdi ki, ancak
benim gibi onu izleyen birisi bu bakışların farkına varabilirdi. Acelesi varmış
gibi hızlı adımlarla yürüyor ve kaldırımdaki diğer yayaları bir bir solluyordu.
Sanki kaldırımın sonunda birincilik kürsüsüne çıkıp şampanyayla zaferini
kutlayacaktı. Her gün üç beş tanesini gördüğüm bu adam nedense çok dikkatimi
çekmişti. Bu sıradanlıkta beni çeken bir şey vardı ama neydi bu? Cevabı trafik
lambasına geldiğinde buldum. Sabırsız bir şekilde yeşilin yanmasını bekleyen bu
genç adam bildiğin bendim. Bunu anladığımda birden ürperdim. Ya o da beni
görürse ne yaparım diye elim ayağım birbirine dolaştı. Sanki kendimi değil de
hoşlandığım kızı görmüş gibiydim. O anki hareketlerim o kadar saçmaydı ki, daha
fazla saçmalamamak için olduğum yerde hareketsiz kalmaya karar verdim. Yoksa
şaşkınlıktan öne doğru eğilerek, başım ellerimin arasında, düşüş pozisyonu
almam an meselesiydi. Ben öyle oklava yutmuş gibi dimdik beklerken kendim olan
ben yanımdan geçip gitti. Beni görmemişti. Önce kendime çok bozuldum, insan
yalandan da olsa bir selam verirdi. Ama sonra en başta benim de görmezlikten
gelmek istediğimi hatırlayınca kendimi affettim. Huyumuz batsın, ne de olsa
ikimiz de aynı kişiydik. Tekrar kendimi takibe başladım. Doğruca gazete bayiine
gidip, birkaç dergi aldı. Sürekli aldığı dergiler olmalı ki önceden hazırladığı
tam parayı bırakıp ayrıldı. Yine hızlı adımlarla sahile doğru yürüyüp bir banka
oturdu ve dergileri okumaya başladı.
“Be adam madem banka oturup dergi okuyacaktın bu
acelen neydi, beni niye peşinden koşturdun?” diye söylendim. Resmen oturmuş
kendi kendimi eleştiriyordum arkadaş. Daha önce hiç bu şekilde bir özeleştiri
yapmamıştım. Olayı daha ileri bir boyuta taşımak için yanına gidip sormaya
karar verdim. Tam banka oturacaktım ki birden kalktı ve önümden geçip
uzaklaştı. Onun beni görmediğini o zaman anladım.
Bir sonraki karşılaşmam pek rastlantı sayılmazdı.
Birkaç gündür arkadaş ortamında nasıl göründüğümü merak ediyordum. Acaba nasıl
oturuyorum, lafa nasıl giriyorum, mimiklerim, el kol hareketlerim dışarıdan
nasıl görünüyor çok merak ediyordum. Tam
da bunun ertesinde, arkadaşlarla sürekli gittiğimiz barda buluşacağımız gün
yine kendimi gördüm. Benden önce gelmiş masaya oturmuştu. Beni görmedikleri bir
masaya oturup izlemeye başladım. Elinde bira, arkadaşımın anlattığı bir şeyi
dinliyordu. Ama garip bir hali vardı. Sanki karşındakini dinlemiyor, kafasında
bir şeyler kuruyordu. Ne yapmak istediğini hemen anladım. Yiğidim lafa girmek
için hazırlık yapıyordu ama sanki lafa değil güreşe girecek ya da serbest vuruş
kullanacak gibiydi. Öylesine konsantreydi ki, öylesine ciddi, yapacağı işi
önemseyen bir tavrı vardı ki, adeta bir varoluş çabasıydı bu. Birasından bir
yudum alıp atağa geçti ve belli belirsiz:
“Ya o değil de…”
gibi bir laf söyledi. İlk deneme başarısızdı, top barajdan geri dönmüştü.
Ağzından çıkan kelimelerin her biri atmosfere doğru savrulup gitti. Bunda
zamansız lafa girmesinin büyük payı vardı, çünkü arkadaşımın lafı hala
bitmemişti. Oluşacak ilk sessizlik anını beklemesi daha iyi olurdu. Yılmadı ve
B planını işleme koydu. Sabırla ortada dolaşan cümlelerin bitmesini bekledi ve
beklediği an geldi. Herkesin lafını
bitirdiğinden emin olmak için kısa bir süre daha bekledi ve:
“Abi geçen ne
oldu biliyor musun?” diyerek lafa girmeye çalıştı ama yine başarısız oldu,
çünkü diğer arkadaşım daha yüksek bir sesle giriş yaparak kendi muhabbetini
açtı. Bu sefer de topu boş kaleye yuvarlayamamıştı. İşte tam burada kendime
acıma ve sinir olma arası acayip bir his duymaya başladım. Masadaki kendimin
özgüveni sıfırlanmış gibiydi, artık iş
inada binmişti. Sonraki adımını tahmin etmem zor olmadı. Muhtemelen yine bir
sessizlik anında sağlam bir ses tonuyla lafa girip bu işi bitirecekti. Bu sefer
istediğini yaptı ama çok garip bir durum oldu. İşi garantiye almak için, arya
söylemeye başlayan tenor gibi yüksek perdeden anlamsız bir giriş yapmış ve
masadakiler anlattığı şeyden çok sese odaklanmıştı. Az önce konuşan arkadaşım,
sırıtık bir vaziyette:
“Yeğenim sakin ol, celallenme,” diyerek dalgasını
geçti. Diğerlerinin gülerek buna katılması da son darbeyi vurmuştu, pozisyon
goldü ama hakem ofsayt bayrağını kaldırmıştı şimdi de. O dakikadan sonra mümkün
değil lafa girmezdi, camdan dışarıyı izlemeye başladı. Ben de sotelendiğim yerden
kalkıp masaya doğru yürüyünce diğer ben kalkıp gitti, arkadaşlarım ise “Nerede
kaldın hafız, ilk biraları bitirdik bile” deyip boş bir sandalye ayarladılar.
Kendimi sık sık orada burada görüyordum, ama bunun
bana nasıl bir faydası oluyordu diyecek olursanız, ben de tam anlamadım. Önceki
izlenimlerime dayanarak davranışlarımı düzeltmeye çalışıyorum ama pek başarılı
olduğum söylenemez. Mesela geçen eve misafirler geldiğinde ikimiz de son ana
kadar odamızdan çıkmadık. Ben ayıp olmasın diye önden diğer beni gönderdim. Ne
yapacağını merak ediyordum. Gelenlere yalandan bir merhaba deyip azıcık
yanlarında oturduktan sonra tekrar odaya geldi. Bunu görev icabı yaptığı o
kadar belliydi ki, odadan çıktıktan sonra mutlak bir sessizlik oluştu. Kimse
konuşmuyordu, misafirlik amacından sapmış, gelenler acaba biz ne bok yemeye
buraya geldik diye düşünmeye başlamıştı. Durumu kurtarmak için ardından ben
gittim, biraz daha samimi bir karşılama yapıp sohbet ettim. Çaylar gelince de
müsaade isteyip odama geçtim. Yine bir keresinde kendimi biriyle ilk tanışma
esnasında görmüştüm. Adamın elini sıkıp, memnun oldum derken adama değil de,
omzunun üstünden arkaya bir yerlere bakıyordum. Şimdilerde buna dikkat etmeye
çalışıyorum ama dükkânda alışveriş yaparken ki hallerime çare bulmak mümkün
değil. Sanki çok kararlıymışım gibi görünmeye çalışıyorum, ama esnafın ufak bir
numarasına kanıp kazık yiyeceğim o kadar belli ki. Elimde olsa kendi kendimi
kazıklayıp enayinin cebindeki bütün parayı alırım ama yanına bile
yaklaştırmıyor beni, kaçıp uzaklaşıyor herif. Geçenlerde de yine hep yaptığım
gibi, adamın:
“Aynı mal mağazada iki katına satılıyor abi, daha
ucuzunu bulursan getir ben alayım,” lafına inanıp dandik tişörte o kadar parayı
verip çıktım. Kendimi ne kadar hazırlarsam hazırlayayım çok iddialı bir laf
karşısında bütün savunma sistemim devre dışı kalıyor. Ben her olasılığı
düşündüğüm için kesin konuşmaktan kaçındığımdan olsa gerek, iddialı laf
duymanın verdiği garanti hissine kapılıp inanıveriyorum. Bir keresinde beğenmezsen geri getir ben hep
buradayım diyen birinden on çift çorap
almıştım. Ben hep buradayım diyen adam da her gün başka bir kaldırımda satış
yapan bir işportacıydı, düşünün artık.
Kendimi en son hastanede gördüm. Elinde sıra numarası,
kliniğin önündeki koltuğa oturmuş içeri girmeyi bekliyordu. Bir grup hasta
odaya daha erken girebilmek için kapının önünde yuvalanmış, kendi aralarında:
“Beyefendiden
sonra benim, sonra da siz girersiniz,” diye konuşarak sıra paylaşımı
yapmaktaydı. Kendim olan ben, kapının önüne çöreklenmiş vaziyette, yeni çıkan
Iphone’u hemen satın almak isteyen hevesli kalabalıktan biriymiş gibi
davranmayı karakterine yakıştıramadığı için oturmaya devam etmekteydi. Ama bir
yandan da hakkı yenecek, kendinden sonra gelenler daha erken girecek diye içten
içe tüm hastalara uyuz oluyordu. Elinde sıra numarası olmasına rağmen, bu bir
grup hizipçi hastanın kendi içinde oluşturduğu yeni sıralamanın içinde
olmamasından dolayı tedirgindi. Yine de sıra numarasına güvendiği için
tavrından ödün vermedi. Tüm bu olgun ve vakur düşüncelerine rağmen içerideki
hasta çıkınca ani bir refleksle kapıya doğru yöneldi. Doktorun sekreteri
kalabalığa yerine geçmesini, herkesi kayıt sırasına göre alacağını söyleyip
içeri girdi. Bir süre sonra tekrar çıkıp adımı seslendi. Bizimki sanki başka
birinden bahsediliyormuş gibi aldırmaksızın oturuyordu. Sekreter tekrar adımı
okuyunca birden ikimizin de aynı kişi olduğunu hatırlayıp kapıya doğru
yöneldim, diğer ben de kalkıp gitti. Doktor içeride beni bekliyordu. İki yıldır gidip geldiğim için beni tanıyordu
artık. Mesleğini seven başarılı bir psikiyatrdı.
“Söyle bakalım,” dedi. “Hala dışarıdan nasıl
göründüğünü merak ediyor musun?”
“Hayır,” dedim, “kendimi artık dışarıdan
izleyebiliyorum, hatta buraya girmeden önce de kapı da beraber bekliyorduk, ama
o girmedi.”
Doktor şaşırmış bir şekilde yüzüme baktı. Sanki beni
daha önce hiç görmemiş gibiydi. Birden gülümsedi:
“Merak etme, anlaşılan o da içeri girmiş,” dedi.
Doktorun ne demek istediğini pek anlamadım. Karşılıklı birbirimize gülümsedik
ve yeni bir ilaç tedavisine başladık.
okudum, bayıldım ama yorum olarak ne yazsam bilmiyorum. ve yorum yazmadan da geçmek istemedim, işte bu da öyle bir yorum oldu. o zaman eline sağlık :)
YanıtlaSilolsun, içinizden "valla güzel yazı olmuş" demeniz bile yeter. ben hissediyorum onu :) teşekkür ederim.
Silşuan kendimi gördüm :D ben benden 2 tane var biliyodum meğer 4 müş :D
Silben toplam sayıyı bilmiyorum ama çift sayı olduğu kesin :)
SilHocam bir yerinde dur! Bu yazı karşısında hanginizin önünde düğmelerimi ilikleyeceğimi şaşırıyorum...
YanıtlaSileyvallah teşekkür ederim :))
SilYeni bi şeyler bekliyoruz ama boşuna mı bekliyoruz ki Özgür bey???
YanıtlaSilşu an daha çok akademik yazıyorum. yüksek lisans tezim biter bitmez (1 hafta sonra) tekrar başlayacağım :))
Sil